Şimdi artık gülüşü bile iç yakan bir anıya dönüşen Mustafa Eyriboyun gibi hayal dünyamız uçsuz bucaksız olsa da, emeğinden başka satacak şeyi olmayan yoksul aile çocuklarıydık. Birçoğumuzun evine, elektrik bile epey zaman sonra geldi, gaz lambasının kör ışığında çok ders yaptık bu yüzden. Televizyonun girmediği hanelerde, bulaşık makinesini bilen dahi yoktu. Buzdolapları kalburüstü insanların evine giren bir ayrıcalıktan ibaretken, buna, çamaşır makinesi de eklendi. Teyple, pikap zaten hak getire de, şimdi bazı evlerin köşelerinde nostaljiden ibaret radyo bile lükstü bizler için…

Ne cicili biçili oyuncaklarımız oldu, ne bir kat da olsa fazladan elbisemiz. Teneke leğenlerde kar gibi çamaşırlar yıkayan annelerimizin en büyük mutluluğu, çocuklarını gülen bir yüzle sofradan kaldırmaktı. Hiçbir şey israf edilmez, ekmek, son lokmasına dek tüketilir, tabaktan hiçbir şey artırılmazdı. İhtiyaç kalemleri az olduğundan hayat da ucuzdu doğrusu. Babalarımızın ödediği fatura, yalnızca, “ışık” ve “Terkos suyu” parasından ibaretti. Mahallelerimizde tam bir dayanışma kültürü hâkimdi. Herkes birbirini tanır, evlerin kapıları, teklifsiz, açık olurdu birbirine…

TOPLUMSAL SORUMLULUKLARINI KİŞİSEL KAYGILARININ HEP ÖNÜNDE TUTTU

Gençler, yaşlıların başta alışveriş olmak üzere her türlü hizmetini görür, televizyonu olan evler akşamları sinema salonu gibi olurdu. Annelerimizin, aç, açık değilsek gerisini kolay saydığı o günlerde, harçlığımız da kıttı. Yaz tatillerinde nafakamızı çıkaracak bir iş yapardık mutlaka.  Ben birkaç yaz lahmacun, maçlarda “oturmaya gazete” sattım mesela. Bir yaz muhasebeci çıraklığı yaptım, bir yaz da fındık toplamaya gittim Akçakoca’ya. Mustafa ağabey, Çaycuma’daki Köktürklerin hızarında tomruk taşıdığı günleri ne güzel anlatırdı. Kişiliğini bu ortamda oluşturanlar, gözü karnı tok başladı hayata…

Mustafa ağabey fersah fersah ileri gitti, bunun üzerine entelektüel kimliğini inşa ederek, inceliklerin insanı oldu bir de. Geldiği yeri hiç unutmadı ama oranın geriliklerine de teslim olmadı hiçbir zaman. Bilime yürekten bağlı gerçek bir bilim insanı, çağının bilgisiyle donanmış bir aydın olarak toplumsal sorumluluklarını kişisel kaygılarının hep önünde tuttu. Bu yüzden çok da bedel ödedi. Yönetim kademelerinde makbul insan sayılmadığı için isminin önüne başka sanlar ekleyemedi mesela. Ekleyemediği gibi birçok soruşturmayla boğuştu ama durduğu yerden bir adım geri atmadı yine de…

DÜNYA VATANDAŞI OLMAYI BAŞARMIŞ BİR ALTIN YÜREKTİ

Onu hepimize sevdiren huysuzluğu ve değerlerinden ödün vermeyen inatçı kişiliğiydi. Eskilerin deyimiyle “müeddep bir kişi”, bir ilkeler abidesi olmasının yanı sıra, derin vicdan sahibiydi de. Mahallesinde öteki olma pahasına her şeyi önce vicdanında tartar, sonra akıl süzgecinden geçirir, fikrini öyle oluştururdu. Yaşadığımız dünyanın diz boyu çamurunun içinde, paçasına leke değdirmeden dimdik yürümeyi başaran bir uzun yol koşucusuydu. En önemlisi de Çaycuma’nın en ücra köyünde başladığı hayatı, dünya vatandaşı olarak tamamlamayı başarmış bir altın yürekti…

Sözün bittiği değil, tüm sözcüklerin hükmünü yitirdiği yerdeyiz. Biz dostlarının hayatı bundan sonra ne kadar zor! Hınzır zekâ ürünü esprilerle her konuda yeniden düşünmeye iten düş körükçümüz yok artık hayatımızda. Zor günlerimizde arayıp, tüm inceliğiyle nasıl yardımcı olabileceğini soran o dost ses yankısını da alarak çekip gitti çünkü. Doğanın bin bir rengine bakıp birlikte türküler dinleyeceğimiz bir gönül ehlini, her yerde güzeli arayan bir büyük esteti kaybettik. Ne desek boş!  Bağrına bir Anadolu kalenderini, İstanbul beyefendisini, çelebi kişiyi, ince ruhu alan toprak övünsün…