Aslında ağabeyimle birlikte çocukluğumuza doğru yaptığımız neşe dolu yolculuğu anlatacaktım bu yazıda size. Çatalzeytin’in bir dağ köyünde geçirdiğim yıldızlı bir gecede hüzünden sevince, coşkudan kedere içimde çoğalan duyguların bileşkesinde dolaşacaktık birlikte… Dedemin bulamadığımız, amcalarımın otlara karışmış mezarlarının mahzunluğundan söz edecek, zaten son derece az kaldığımız şu yaşanılası dünyada, teslim olduğumuz hırsların ne kadar fani olduğunu anlatmaya çalışacaktım dilim döndüğünce… Her adımda bir başka hatırasına tosladığımız gül yüzlü annemin hiç dinmeyen yorgunluğuyla hayatı hep başka bir boyutta yaşayan kalender babamın çelebi kişiliğini anlatarak nasıl şekillendiğimin ipuçlarını verecektim bir parça…

 

Devrekâni’nin bin bir çiçekli yaylalarından, Çatalzeytin’in ulu ormanlarından renkler, kokular, tatlar devşirirken yalnızca iç dünyama değil, içinde yaşadığımız bugüne dair de meseller de alacaktım kaleme… Şaşkındım, çocukluğumda içinde gezmeye bile değer bulmadığım köy irisi bir yerleşke olan Kastamonu, bir metamorfoz yaşamış da sihirli dokunuşlarla yeniden yaratılmıştı adeta… Verilen molalarda çocuk adımlarımla arşınladığım tozlu sokaklar bambaşka bir güzellikle gülüyordu şimdi yüzüme… Vazgeçtim asfalttan, Arnavut kaldırımı bile görmemişlerdi oysa… Tarihi yapılar tüm asaletiyle dimdik ayaktayken kenti ikiye ayıran çağıltılı dere, göz kamaştırıcı düzenlemesinin içinde, ipeksi dokunuşlarla akıyordu tertemiz yatağında…

 

FİKİR YARIŞI DEĞİL KARALAMA

Son derece doğru bir şekilde restore edilen tarihi köprünün üzerine çıkıp, uzanıp giden dereyi izledim uzun uzun… Araç gürültüsünden fırsat bulup, etrafında şakıyan kuşların sesini dinledim… Doğduğum yer adına sevindim, kuşlar uçtu içimde; yaşadığım ve bir ömrü vakfettiğim yer içinse üzüldüm yalnızca… Tamam, orada da betonlaşma almış yürümüş, sabırla korunan tarihi yapılar özensiz tabelaların çirkinliğine teslim olmuştu… Tamam, orada da çepere doğru yayıldıkça yeşil dokuyu yok eden uygulamalar yapılmıştı bolca… Ama her yandan yükselen tarih kokusu,  yeşillikler içinde yüzen bir kadim kente geldiğinizi anlatıyordu bize… Kent mobilyalarından peyzaj düzenlemelerine pek çok şey albenili duruşuyla huzur veriyordu… Bir de yazık edilen Zonguldak’ı düşündüm… Kozlu’yu… Kilimli’yi… İçimde çoğalan duyguları kendime bile söylemeye utandım…

 

Bunları anlatacaktım uzun uzun… Ama “Tek-Der ne iş yapar” başlıklı yazıma gelen yorumlara yanıt vermem gerekti… Yenilir, yutulur türden değildi çünkü. Zaman aşımına uğrayıp unutulup gidecek, sıkılmadan söylenen yalanlar yapışıp kalacaktı belki de üzerime… Fikirlerime yanıt vermekten daha çok şahsımı karalamaya çalışan yalanlarda ileri sürülen iddialar bir kalemden çıkmış gibiydi adeta…  Gerçekten kendisi mi yazdı bilmiyorum ama biri belediye başkanlığı sırasında sıkça eleştirdiğim ve kente karşı işlediği suçlar nedeniyle ömrüm boyunca peşini bırakmayacağım Bay Ali Bektaş’a aitti… Çok da komikti doğrusu… Siyasetteki yanardönerliğiyle adı “Fırıldak Kubi”ye çıkmış bu zat-ı muhterem,“Sen ne iş yaparsın Ahmet. Fırıldak gibi bir o yana bir bu yana dönüyorsun. TTK Merkez’de çalışırken işe bile gitmeden maaş aldın. Utanmadan konuşuyorsun, aynaya bir bak. Senin eski pisliklerini döktürme. Adam ol”  diyordu… Yüzsüzlük diz boyuydu yani…

 

TANIKLARIM ORADA

Müstear isimle yazan bir başka yorumcuysa, “Elektrikçi diye işe Çırak Kursu’ndan alındın, Nakliyat Şefliği’nde derebeyliğin bozulunca emekli oldun. Arpa yeraltında daha kuvvetli. Ocak maaşına ayar olman, keçinin koyunu ayıplamasına benzedi biraz.” dedikten sonra deli saçması siyasi yorumlar yapıyordu. “Madenci” mahlasıyla yazan bir başka okursa, böyle yapmayı etik bulmadığımı üzerine basa basa belirttiğim halde, “Bu yazıyı kurumda çalışırken yazsaydınız size gerçekten yürekli kalem diyecektim” diyerek cesaret testine tabi tutuyordu beni… Hiçbir itirazım yoktu bu arkadaşa… Ancak, “İşe gitmeden maaş aldığım” kuyruklu yalanına sessiz kalmamam gerekiyordu… 31 yıllık iş yaşamım boyunca son derece hassas olduğum bu konu üzerinde söylenen yalanlar küfürden beter geliyordu bana…

 

El cevap: 1980 yılında Çırak Kursu’na girdim… Eylül karanlığının bir karabasan gibi çöktüğü yıllardı. Başarılı öğrenci olduğum için elektrik bölümüne seçildim. Elektrik Atölyesi Şefi, sevgili öğretmenin İsmet Gümüş sağ daha, nasıl bir öğrenciydim en iyi o bilir…  1982 yılında Karayol Motor Atölyesi’ne işbaşı yaptım. Oto elektrikçi olarak 13 yıl çalıştığım işyerindeki son mühendislerim Kemal Atalay ve Musa Şekerci idi. Tek-Der’e emek veren ve uzun dönem Memur-Sen temsilciliği yapan Musa Şekerci işçiliğimin yakın tanıklarından biri…  Dileyen ona da sorabilir… Yerüstündeki işyerleri kapanmaya başlayınca Kozlu’ya geçtim daha sonra. Anımsar mı bilmiyorum Ulaştırma Müdürü Hakkı Pulat kaydımı vermediği için nasıl da uğraştım… Kozlu’da 18 yıl çalıştım. Zaman içinde de çalıştığım servisin şefi oldum. İddia ediyorum pek çok başarılı işe imza attım orada. Anıt insan İzzet Kurtman başmühendisim olarak en yakın tanığıdır. “O zaten senin dünyanın insanı” diyen varsa halen görevde olan Müessese Müdürü Kazım Eroğlu’na başvurabilir…

 

Hepsi birinci derecede amirim olan bu insanlardan yalnızca bir tanesi bile, “Ahmet avantadan bir yevmiye aldı” desin yazmaya son vereceğim gibi, bu kenti de terk edeceğim… Ama Bay Ali Bektaş ne yapacak? Yıllardır Ankara’da danışman ayağına gezip, TTK’den tıkır tıkır maaş aldığını mı anlatacak halka? Ben 23 yıldır aynı evde kiracı olarak oturduğum halde talep etmeyi kendime yediremezken, kurumla hiçbiri ilgisi olmadığı zamanlarda bile TTK lojmanında kaldığını, “Bu TTK için şereftir” diye mi açıklayacak yine? Ey muhterisler… Ey demagoglar… Ey değil tarihe, torunlarına bile hesap veremeyecek zavallılar… Dostum ya da düşmanım olsun beni tanıyan herkesin “Hadi oradan” diyeceği bunca yalanı nasıl becerebiliyorsunuz? Yalanın bunca kuyruklusunu nerenizden uyduruyorsunuz? Utanma duygusunun “u”su da mı kalmadı sizde?