Tekaüt olup, TTK’deki işçilik hayatına son verine ister istemez bir muhasebe yapma gereksinimi duyuyorum içimde… Bin türlü acı ile mayalanan havza tarihinde kamu işletmeciliğinin zirveden en dibe düşüşüne, özel işletmeciliğinse küllerinden yeniden doğuşuna tanık oldum bu otuz bir yılda… Tüm bu süreçlerde aktif bir sendika üyesiydim… Sınıf bilincim vardı üstelik. Dahası, toplumsal-sosyal olayları anlayabilmek için epeyce de bir şeyler okudum… Yok, hayır kendimce derin analizler yapmayacağım bu yazıda, o yazıların yeri de dili de başka olacak çünkü… Köşe yazısının sınırlarını zorlamamak için çok fazla detaya girmeden otuz yıllık mücadele tarihinde bende izi kalan insanlarla yaşadıklarımı anlatacağım bir parça… Yazdıklarım, GMİS bahsinde anlatacaklarımın çok az bir bölümünü oluşturacak doğal olarak… Yarınlarda mücadele verecek arkadaşlarıma deneyim aktarmak gibi bir de derdim var… Malum, hayatı başka türlü yaşayan bizcileyin münafıklara, işçilikten olsa bile sınıf mücadelesinden emekli olma hakkı yok kesinlikle…
Bazılarınıza tuhaf gelebilir ama işe girmeden önce de GMİS (O zamanki adıyla ZMİS) yakın ilgi alanımdaydı benim… İçinde bulunduğum siyasal hareketin acul militanı olarak, havza tarihinin en nitelikli muhalefeti olan Tabanın Sesi hareketinin bildirilerini dağıttım çocuk bedenimle, çalışmalarına şevkle katıldım… Zevk Sineması’nda yapılan eylül öncesinin son genel kurulunda sözcülüğünü Çetin Alpdündar’ın yaptığı Tabanın Sesi delegelerinin çabalarını sinemanın dışında bekleşerek destekledim arkadaşlarımla birlikte. 17 yaşında da ZMİS’in üyesi oldum… 12 Eylül paşaları milli tipte sendikacılığı icat edip, sendikalara ülke genelinde örgütlenmeyi şart koşunca, adı da, örgütlenme şekli de değişti sendikanın… Temsilcilikler şubeye dönüştü… İyi de oldu, mücadele çok geniş alana yayılmış oldu böylece…
MURAT AKSOY, ERDEM ERCAN
Merkez Servisleri Şubesi’ndeki mücadele günlerim ömrümün en anlamlı zamanlarıydı da aynı zamanda… Eylül karanlığının kılıç artıklarıyla birlikte sendikal komiteleri kurmuş, ilgi duyan herkese kapımız açmıştık... Hararetli tartışmalarla oluşturduğumuz stratejilerle GMİS’i dönüştürmeye çalışıyorduk… Amerikan tipi gangster sendikacılığın, işbirlikçiliğin dik alası yaşanıyordu sendikada çünkü… Görüşlerimizin şube yönetiminde olması, mücadeleyi sendikanın içine taşımamıza da neden olmuştu... Dışarıda değil, bizzat sendikal organlarda dile getiriyorduk böylece fikirlerimizi… O zamanki genel başkan Mehmet Tezer’i çileden çıkarıyorduk bu yüzden. Çok güçlü, donanımlı bir ekibimiz vardı… Hukuki açıdan en küçük falso vermeden, her gün bir başka eylemi getiriyorduk gündeme… Bu cevvaliyetimiz işe de yarıyordu doğrusu… Başta benim gibi genç işçiler olmak üzere saflarımız iyice sıklaşıyordu…
Sendikayı, sınıf atlama, statü kazanma aracı olarak görmeyen çok mücadele arkadaşım oldu orada… Adlarını yazmakla bitiremem ama ikisini özellikle anmak isterim. Birincisi Murat Aksoy, hepimizin koca ustasıydı o… Siyaseten yol arkadaşım da olan Murat Usta, gözünü budaktan esirgemeyen gerçek bir işçi önderiydi. Yalnızca aklı, fikri, yetenekleri ile değil, tüm bedeniyle içindeydi mücadelenin… Ne polis, ne de işveren baskısı etkilerdi onu, hepsiyle dalga geçerdi adeta. Merkez Servisleri’nden başlayarak adım adım tüm havzaya yaydığımız komitelerin başkanıydı… Elini kaldırdığında tüm havza bir anda harekete geçerdi. İkna yeteneği çok fazlaydı, çok bileşenli bir yapıda kakofoniye dönüşmesi kuvvetle muhtemel tartışmaları, mutlaka ortak bir karara bağlardı… İnançlı bir sosyalist olduğu kadar demokrat bir kişiliği de vardı. Büyük grevin mücadeleci bir karakter kazanmasında, Şemsi Denizer’in kişisel duruşunun yanında havza komitelerinin, doğal olarak da Murat Usta’nın katkısı çoktu. Çok eylem planladık birlikte, çok iş yaptık, bu yüzden çok şey öğrendim ondan… Şimdi köşesine çekilip mütevazı bir hayat yaşayan Murat Usta, Zonguldak’taki sınıf mücadelesinin son kırk yılının en birikmiş kişilerinden biridir kesinlikle…
Şükran, minnet ve hayranlıkla anmam gereken bir diğer kişi de şube başkanımız Erdem Ercan’dır… Hukuk Müşavirliğinde çalışırken edindiği engin hukuk bilgisi, beyefendi kişiliği ve insani nezaketi ile bambaşka yüzümüzü temsil ediyordu bizim… Ne yalan söyleyeyim ona gelinceye kadar burnumuzun dikine gidiyorduk hep, eylem yapıp, tavır alarak tüm sorunları aşacağımız sanıyorduk. Bitip tükenmek bilmeyen bir sabırla mücadelenin yalnızca sokakta değil pek çok alanda verilmesi gerektiğini, ideolojik birikim kadar, mevzuat bilgisinin de gerekli olduğunu öğretti bize… Yerinde müdahalelerle sivriliklerimizi törpüleyerek geniş kesimlerle kucaklaşmamızı sağladı… Pek çok yerde sözcülüğümüzü yaptı, gözlerim yaşararak dinledim kimi konuşmalarını… İnatla savunduğumuz görüşler, onun ağzından en üst perdeden dile geliyordu çünkü… Hâlâ aklına, bilgisine başvurduğum Erdem ağabey de bir köşeye çekilmiş durumda şimdi… Her ikisini sevgiyle anıyor, sağlık içinde, binlerce yıl diliyorum…
Sözü uzattım yine… Yaşlandım ya, anılar dehlizine girince çıkamıyorum bir türlü… Hayatı kendisi için değil, değerleri için yaşayan bir kuşağın insanları söz konusu olunca, ne kalemimi, ne yüreğimi, ne de gözyaşlarımı tutabiliyorum… Hele sendikanın şimdiki halini görünce öfke doluyor içim, öfkem gözyaşlarıma karışıyor. Bunca basiretsizin, empati yoksununun, kendi çıkarlarından başka gözü hiçbir şeyi görmeyen muhterisin yanında mücadele arkadaşlarımı binlerce kez kutsayasım geliyor… Sendikanın içler acısı halini canlı bir örnekle anlatıp yazımı bitiriyorum. Bunu anlatmayı bir görev sayıyorum ayrıca. Bu hesaplaşmaları yapmazsak, sendikanın dönüşmesi mümkün değil çünkü…
İşçilik hayatımın son günlerinde işveren pozisyonundaki bir kişinin arkamdan küfrettiğine tanık oldum… Sözlü ve fiili her türlü müdahalede bulundum doğal olarak, otuz bir yıllık devlet hizmetimi daha TTK harflerinin ne anlama geldiğini bile bilmeyen bir cahilden küfür duymak için yapmamıştım… Ne oldu biliyor musunuz? Sendika, işveren el ele verip beni sürgün ederken, diğeri için “Bir şey yapılmasına gerek yok” kararı verildi… Genel Başkan Eyüp Alabaş’a durumu anlattım… Üyesine edilen küfrün sendikaya da edilmiş olduğunu söyledim, beni boş verse bile sendikaya edilen küfrün hesabının sorulmasını istedim… İnanmayacaksınız ama bir sürü söz verdiği halde, kılını bile kıpırdatmadı… Edilen küfrün karşılığını kendimce verdim bir parça, bu yüzden en azından müsterihim… Ama koltuk kapıp parsa toplamaktan başka hiçbir derdi kalmayan muhterislere edilen küfür asılı kalmış duruyor hâlâ orada… Her geçen gün daha da katlanıp katmerleşiyor da farkında bile değiller. Anlayacak izandan yoksunlar çünkü…