Madencilik diye bir meslek olmalı mı?

Abone Ol

 

Geçtiğimiz cumartesi günü Cezmi Ersöz’le bir söyleşi yaptık. Çaycuma’da unuttuğumuz kitapların gerilimi içinde dinlemiş olsam da, son derece keyifli bir söyleşiydi doğrusu… Usta yazar, bir dost meclisindeymiş gibi şeker şerbet bir sohbeti paylaşırken, kimi zaman hüzünlü, kimi zaman da keyif dolu yolculuğa çıkardı bizi. Çok kısaca yaptığım sunuş konuşmasında, 3 Mart Kozlu grizusunu anımsattım. Etkinliği yaptığımız günün aynı zamanda kentin en acılı günü olduğunu da söyledim. Gerçekten tam da o gün, 1992’de, havza tarihinin en büyük iş cinayeti işlenmişti Kozlu’da…

 

Olan biteni anlamlandırmakta güçlük çektiği yüzündeki ifadeden belli olan Ersöz, sesinin en ciddi tonuyla sordu: “Madencilik diye bir meslek olur mu?” Bir müddet sustuktan sonra yanıtını da kendisi verdi: “Olamaz.” Aynı çıkarımı, daha başka sözlerle, “16 Ton” gibi madencilikle ilgili en önemli belgesellerden birini yapmış olan Ümit Kıvanç da söylemişti… “Ben şahsen” demişti, “O insanlık dışı koşullarda çalışamam. Kendi çalışmak istemediğim bir yerde diğer insanların çalışmasını da isteyemem. Madencilik diye bir mesleğin olmaması lazım…”

 

UYGARLIĞIN KÖMÜRE, KÖMÜRÜN DE KAZMA, KÜREK, KÜFE VE İNSANA İHTİYACI VARDI

Böyle bir mesleğin olamayacağını havzanın ilk yıllarında Zonguldaklılar da söylemişti muhtemelen... Paranın padişahlığını henüz ilan etmediği o yıllarda, herkes gibi kendi kendine yeten bir ekonomik modelle geçinip giden Zonguldaklılar, yakacak ihtiyacını da, etraftaki zengin ormanlardan karşılıyordu… Gel zaman git zaman, insanlık, “uygarlık” diye bir şey icat etti. Uygarlığın kömüre, kömürün de kazma, kürek, küfe ve insana ihtiyacı vardı… Kazma, kürek bulundu… İnsan için de jandarma zulmü sokuldu devreye… Gariban köylü dipçik zoru ile ocaklara sokuldu…

 

Biri 1860’lı, diğer de 1940’lı yılların ortalarında ilan edilen ve Zonguldaklıların hatırasında derin izler bırakan mükellefiyet acı demekti, gözyaşı demekti, zulüm demekti… İrfan Yalçın ölümsüz eseri “Ölümün Ağzı”nın önsözünde yaşlı bir madencinin ağzından o yılları, “Bir hayvan, bir eşya kadar değerimiz yoktu nedense. Ayağı kırılan bir ocak katırı, yiten bir kazma bizlerin ölümünden daha çok üzerdi başımızdakileri. Çünkü ocakta çalışan katır az bulunuyordu. Ama bize gelince, karıncalar kadar çoktuk biz” şeklinde anlatacaktı…

 

HER ŞEY DEĞİŞİRKEN, DEĞİŞMEYEN TEK ŞEY İŞÇİLERE BİÇİLEN KADERDİ

Zonguldaklı köylü işçilerin ürettiği kömürle ilerleyen “uygarlık” birilerini abat ederken, onlara hiç uğramadı nedense… Paylarına hep insanlık dışı çalışma koşulları, bin bir türlü meşakkat ve yoksulluk düştü… Yerin dibindeki karanlıklardan hayatını kurtaranlar, soluksuz yaşayarak ciğerlerini kustu ilerleyen yıllarda… Dedelerin kaderi babalara, onların kaderi oğullara miras kaldı... Tarihinin “facia” denilen katliamlarla dolu olması da gösteriyordu ki, Zonguldak’ta, her şey değişirken, değişmeyen tek şey işçilere biçilen kaderdi… Tarihin her döneminde, bir avuç kömür için hep ölmek zorundaydılar çünkü…

 

Şimdi işsiz, aşsız, geleceksiz bırakılan Zonguldaklıya, yerin yüzlerce metre altında çizilen o kötü kaderi nasıl anlatacağız ki insanlara… Kapitalizm denen ahlaksızlığın içine ittiği çaresizlikte her gün ölen garibanların ocaklara yazgılı olduklarını hangi sözcüklerle açıklayacağız… Dahası insana karşı suç işleme pahasına emeğinden başka satacak hiçbir şeyi olmayan yeraltı insanlarının, çalışma hakkına sonuna kadar sahip çıktığımız gibi bu uğurda verdikleri mücadelenin de amasız fakatsız yanında durduğumuzu nasıl söyleyeceğiz.  Tuhaf ama gerçek, bunu insani ve vicdani görev olarak görüyoruz üstelik…