Çocuk günlerimin en büyülü yerlerinden biri Devran Parkı’ydı. Hemen yanında mini golf sahasının da olduğu Devran Parkı’nda, akşamları, canlı müzik yapılırdı. Müzik şimdiki gibi bir elektronik aletin bin türlü marifetinden ibaret yanılsama değil baterisi, saksafonu, gitarları, orgu ve diğer aletleriyle icra edilen, ruhu olan bir şeydi. Nezahat Barkan, Ahmet Naci Püren, Yılmaz Süer her zaman dolu olan bahçede yalnızca kulağa değil, gönle de hitap eden şarkılar söylerdi. Aynı zamanda trafik polisi de olan Tufan Hikmet Daye’nin “Saçı meçli yarim” adlı eserini 45’liğe okuyarak olay yaratan Yılmaz Süer hiç tartışma yok ki, Ertan Güney’le birlikte Zonguldak’ın o yıllardaki starıydı… “Cazcı Ertan” namıyla maruf Ertan Güney biraz daha elit müzik yapıyordu sanki. Eee, ne de olsa Zonguldak sosyetesinin mesken tuttuğu Deniz Kulübü’nün orkestra şefiydi…
Birisi söylese inanmazdım kesinlikle, düğünlerde, okul balolarında hayranlıkla dinlediğim o sesler iş arkadaşım oldu daha sonra. “Meslek büyüklerim, iş ahlakını öğrendiğim ustalarım” desem daha doğru bir cümle kurmuş olurum herhalde… EKİ’nin Çırak Kursunu bitirip Ulaştırma Müdürlüğüne bağlı Karayol Motor Atölyesinin kapısından içeri adım attığımda 17 yaşına henüz girmiş bir delikanlıydım daha… Rahmetli Esat Zaman’ın gencecik bir atölye mühendisi olduğu 1982 yılında, Atölye Şefi Necati Usta idi. İki de yardımcısı vardı: Yılmaz Süer, Ertan Güney… Necati Usta kısa bir zaman sonra emekli oldu. EKİ’ye ait 600’den fazla aracın her türlü bakım ve onarımın yapıldığı atölyenin yeni şefi Ertan Güney’di. Bense “oto elektrikçi” olarak işbaşı yaptığım atölyenin genç akücüsüydüm. Gerçi kısa zaman sonra “Komünist Ahmet”e çıkacaktı ya, lakabım da “Akücü Ahmet”ti bu yüzden…
ULAŞTIRMALI OLMAK AYRICALIKTI
Düşünüyorum da, Karayol Motor Atölyesi küçük çaplı bir sanayi sitesi gibiydi. Bir aracın onarımıyla ilgili her türlü birim ve ekipman vardı içinde. Başta saç ve ahşap kamyon kasaları olmak üzere kimi imalatlar dahi yapılıyordu. Biz akü imal ediyorduk örneğin. Pres baskılı plastik aküler henüz piyasada hayal bile değilken, üstü ziftle kaplı ebonit kutularda imal ettiğimiz aküler kullanılıyordu araçlarda… Akücülük ağır işti doğrusu… Tüm malzemesi kurşundu sonuçta. Allah’ım ne çok yorulurdum… Kendimi korumayı beceremediğim için de elbiselerim delik deşik olurdu asitten… Yuttuğumuz kurşun ve asit buharı da cabasıydı üstelik… Akühanenin iyi ustalarından Asım Tüfekçi, birkaç yıl önce akciğer kanserinden yaşamını yitirdi. Saygıyla andığım ustamın bu ölümcül hastalığa yakalanmasında kurşun ve sülfürik asidin payı kesinlikle çoktu.
Çay molalarını iple çekerdik. Şamata, tantana gırla giderdi çünkü… Kimi zaman ucu kavgaya kadar uzanan “eşek” şakaları can yaksa da kimse vazgeçmezdi şamatadan. Her zaman da bir gündem vardı mutlaka. Müdürlükler arası futbol turnuvaları zamanında tezahürat provaları yapardık örneğin. Amigomuz Pompacı Şerafettin (Fırça) idi. Ulaştırma, diğer işyerlerine göre çok şanslıydı. Ulaştırmalı olmak ayrıcalıktı adeta… Tribünde salladığımız bayraklarımızı Niyazi Usta’nın minderhanesinde diktirir, maçta gürültü yapacak akülü canavar düdüklerini özenle hazırlardık. Birkaç kafadarla birlikte Çaycı Ahmet Ağabey’in hazırlığı da bambaşkaydı. Maç boyu içecekleri şarabı çamaşır suyu bidonlarına özenle doldurur, bunu yaparken de kimseye çaktırmazdı sözde… EKİ’nin tüm otobüsleri emrimizdeydi. İş çıkışı bağrış çağrış dolduğumuz otobüslerle koşardık maçlara… Galip gelirsek şehirde bir zafer turu atar, soluğu hep birlikte bir birahanede alırdık.
SENDİKAL MÜCADELENİN YERİ BAMBAŞKAYDI
Ne kadar çok genç işçi vardı atölyede… Nasıl da coşkuyla bağlıydık hayata… Bir arada olduğumuz zamanlarda nasıl da ağız dolusu gülerdik… Bir önceki kuşağa hiç saygısızlık etmesek de onlara göre bambaşkaydı hayata bakışımız… Gençtik ama ayrımsız hepimiz mücadele insanıydık da… Solcu olmak adettendi sanki… Eylül karanlığının zor günlerinde bile siyaset yapmaktan geri durmuyorduk bu yüzden… Sanatsal hazlarımız da vardı, Pink Floyd dinliyor, harıl harıl kitap okuyorduk… Yaşamımızda sendikal mücadelenin yeri bambaşkaydı… Paydoslarda Merkez Servisleri Şubesi’nde gidiyorduk mutlaka… Her gün bir toplantı yapardık hararetle… O toplantılarda ne çok şey öğrendik Erdem Ercan’dan… Onun mevzuat bilgisi, Murat Aksoy’un militan ruhu, bizi biz yapan değerlerdi bence… Mazot, gres yağı bulaşığı ayakkabılarımız halılarını kapkara etse de bir ritüel gibi yıllarca sürdü sendika ziyaretlerimiz… Sonrası malum: Biz büyüdük, kirlendi sendika… Ayağımız kesiliverdi oralardan…
Tüm bunları şunun için anlatıyorum, cumartesi akşamı Karayol Motor Atölyesinin emektarları hep birlikte yemekteydik. Kilise Restoran’ın arka bahçesinde, aynı çay ocağında toplaşıp, Çaycı Ahmet Ağabey’in içine hap attı mı, atmadı mı diye korka korka içtiğimiz çayını yudumlarken yaptığımız gibi keyifli bir sohbeti paylaştık birlikte… Hatırını sorduk herkesin, uzun yıllardır birbirini göremeyen insanlar hasret giderdi birbiriyle… Kürt Hüseyin ile Kadri Dilmen yine gülmekten kırıp geçirdi hepimizi… Fırça amigomuzdu yine… Onunla birlikte şarkılara tempo tuttuk… Yitirdiğimiz ustalarımızı hasret ve sevgiyle anarken, yaşayıp da aramıza katılamayanlarla hayıflandık… Kızının kolunda aramıza katılan en yaşlımız Makasçı Nazım Usta’nın elini öperken hüzünlüydük hepimiz… O da her birimizin yüzünü sevgiyle okşadı… Sevgili arkadaşlarım Metin Genç ile Hamit Verim’in payı çok fazlaydı bu buluşmada… Düşünüyorum da şu “Akücü Ahmet zamanları” ne kadar da güzel günleriymiş ömrümün… Her birine sevgiyle sarıldığım bu insanlar ne de güzel insanlarmış yahu…