Farkındayım, kimi okurlar için hiçbir anlamı olmayan bir yazı olacak bu, bazılarının tepki göstereceği kesin…
Derdimi Türkçenin doruklarında dolaşan bir dille anlatsam bile, başka fikirlere kendini kapatmış yüreklerin içine sızmanın olanaksız olduğunu da biliyorum…
Ancak yazmak, anlatmak zorundayım, ülkemi, dünyayı, insanları seviyor, sorumluluk taşıyorum çünkü…
Yalnızca insanlar değil, tüm canlılar, hatta cansız varlıklar bile çok değerli benim için…
En karşıtı olduğum çevre bir şeylere zarar verse bile kendimi suçlu hissediyorum, hiçbir şeye gücüm yetmediği gibi, sesimi duyan da yok oysa…
Yalnızca ülkemde değil, dünyanın herhangi bir köşesinde yapılan tüm haksızlıklar öfkelendiriyor beni,  gönlüm hep mazlumdan, garipten, güçsüzden, hakkı yenmişten yana oluyor…
İsrail’in karşısında Filistinli, IŞİD’in karşısında Ezidi, ABD karşısında işgalcilere karşı savaşan Ortadoğu halklarından herhangi bireyi oluyorum rahatlıkla…
Öylesine dünyalı, o denli yaşam hakkı savunucusuyum yani…
Şiddetin hiçbir türüyle başım hoş değil, silah denen tiksindirici nesneye elim değmedi çok şükür, askerlik yıllarım hariç, bir mermi patlatmış adam değilim hatta…
Şu yaşıma geldim, bir insana tokat atmadım, çocukluğumda bile dövüşmedim kimseyle ama gözümü budaktan sakınmadığım gibi kuru gürültüye de pabuç bırakmadım hiçbir zaman…
Siyaset çocuk yaşımdan beri ilgi alanımdaydı, Kürtlerin demokratik haklarını hep savundum, ama PKK ile de hep kavgam oldu…
Uyguladığı kör şiddete hep karşı çıktım, Anadolu haklarını birbirine düşman etmekten başka hiçbir işe yaramadığını dile getirmeye çalıştım ısrarla…
 
BEBEK ÖLÜMLERİ ARAZ BIRAKTI YÜREĞİMDE
Ülkenin herhangi bir yerinden gelen ölüm haberleri her zaman yaktı içimi, kimliğine bakmadan ölü tüm bedenlere gözyaşı döktüm; ölenlerin anası, babası, yakını yerine koydum kendimi…
Bu yüzden “Savaşa hayır” dedim; amasız, fakatsız, ikirciksiz barışı savundum her yerde, safım hep barış isteyenlerin yanında oldu…
Devletler  arasında dostluk da, düşmanlık da siyaset denen cambazlığa göre şekilleniyordu sonuçta, onu da ülkeyi yönetenler belirlediğine göre, dün böyle, yarın şöyle olabiliyordu rahatlıkla…
Vicdanımı terazi yapıp, şaşmaz ilkeler oluşturdum bu yüzden kendime, konjonktür ne olursa olsun, hamasete kapımı kapadım…
Beş on terörist var diye, aylarca sokağa çıkmayı yasaklayıp, aralarında çocuklarla kadınların da olduğu sivillerin ölmesi pahasına kimi kasabaların topa tutulması çok canımı yaktı örneğin…
Cesetlerin yerlerde sürüklenmesi,  ölü bedenlerin sokaklarda çürütülmesi, annelerin defnedemediği çocuğunu buzdolaplarında bekletmesi vicdanımı değil yalnızca ruhumu da öldürdü…
Suriyeli Aylan bebek de, Surlu Kürt bebek de, babasıyla birlikte katledilen polis çocuğu da, hiç dinmeyen bir acı olarak arazlar bıraktı yüreğimde…
Bu yüzden savaşa hayır diyorum, barış yapılması, çatışmaların durması için sözcüğün tam anlamıyla yalvarıyorum herkese…
 
ŞİDDETE ÇAĞRI YAPAN HİÇBİR CÜMLESİ YOK
Akademisyen olsaydım, tam da yukarıda anlatmaya çalıştığım nedenlerle bildirgeyi imzalayanlar değil, hazırlayanlar arasında olurdum mutlaka…
Kim bilir, sorunlu bulduğum kimi cümlelere itiraz edip,belki de düzelmesine katkı sunardım…
Ama her halükarda altına imzamı atardım, hele hele cadı avına döndürülen uygulamaların yapıldığı bu zamanda, içeriğine katılmasam bile, imzalamayı onur sayardım kendime…
Bir terör örgütü ile savaştığını söyleyen devletin, o örgütün yöntemlerini uygulamasına itiraz etmeyi görev bilirdim…
Bu yazıyı okuyup da bana küfretmeye hazırlananlara sesleniyorum: Bir düşünün lütfen!
İyi bir eğitim almış, üniversitede kürsü sahibi olmuş, akademik çalışmalarıyla ruhunu tatmin etmiş bir dolu insan, salt toplumsal sorumluluğu nedeniyle tüm konforunu, kariyerini hepsinden önemlisi can güvenliğini tehlikeye atarak bildirgeye imza atıyorsa, bunun bir anlamı yok mu sizce?
Kaldı ki kimilerinin hoşuna gitmese bile yazılanlar, tümüyle ifade ve akademik özgürlükler sınırında, bir hınçla gözaltına alınan akademisyenlerin çıkarıldığı savcılıklardan serbest bırakılması bunu anlatıyor zaten…
Şiddeti içeren, şiddete çağrı yapan hiçbir cümle yok çünkü içine…
Kaldı ki bilim insanları, aydınlar, sanatçılar toplumu sarsacak sözleri sarf etmekten geri durmadı hiçbir zaman…
Bu yüzden de dünyanın her yerinde, tarihin her döneminde devlet erkiyle başları belaya girdi, ağır bedeller ödediler ama susmadılar hiçbir zaman…
Dünyaya en yüzü en dönük, öncü fikirlere en yakın, yeni bilgilere en önce uzanan ve ortalama aklın hayal edemediği detaylarda fikir üretme melekesi kazanmış insanlar, kahvede oturup pişpirik oynayan insanlarla,doğal olarak, aynı pencereden bakmaz hayata…
Sorgular, araştırır, karşı çıkar ve değişimi için mücadele eder…
12 Eylül karanlığını ilk yırtan onlar oldu örneğin. “Aydınlar Dilekçesi” ile ülkenin üzerine çöreklenen zorbalığın huzuruna “demokrasi” talebiyle çıkanlar aynı tip insanlardı…
Tıpkı bugünkü gibi “vatan haini” ilan edildiler hemen, haklarında yapılan kovuşturmaların bini bir paraydı.
Sonuçta onları “hain” ilan eden erkin başındaki adamın tabutuna yapışacak kimse bulunamazken, atılan imzalar bir onur anıtı olarak kaldı yarınlara…
Herkese sesleniyorum:
Ne olur, tecavüzden, esrar kaçakçılığına, kara para aklamadan, cinayete kadar pek çok suça adı karışmış organize suç çetesi reisinin vatansever; ömrünü bilime hasretmiş, akademisyenlerin vatan haini ilan edildiği bir ülke olma ayıbını yaşatmayın bize?
“Oluk oluk kan akacak” diyen şiddet tellalları dururken, “barış” isteyen insanların yaka paça gözaltına alınması yeterince itibarımızı sarstı zaten…