Doğrusu bu ya canım çok sıkkın bu aralar, yazı yazmak gelmiyor içimden… Endişeliyim, vatan millet nidalarıyla fokurdatılan cadı kazanlarında bir cehennemden bir başka cehenneme sürükleniyor Türkiye. Bir toplumsal bir cinnet halini yaşıyoruz galiba, “katil potansiyeline sahip iyi niyetli” binlerce yurtsever yaşıyor aramızda… Sağduyunun kaybolduğu, siyasetin kasaba kabadayılarının diline teslim olduğu ortamda toplumsal meseleleri konuşmak da, yazmak da sıkıntı benim için… Bu durumda hep yaptığım gibi kitapların huzursuzluğuna kaçıp, onların üzerine konuşmak ilaç gibi geliyor… Son günlerde teması Zonguldak olan beş kitabı birden okudum. Bunlardan ilki Metin Köse’nin en son yayımladığı “Büyük Yürüyüş”üydü. Yazar, “Mükellefiyet” ve “Göl Dağı”ndan sonra Doğan Kitapçılık Yayınları arasında çıkan bu kitapla birlikte Zonguldak üçlemesini tamamlamış oldu böylece… Daha önceki kitapları hakkında yazdıklarım yüzünden şahsımla selamı sabahı kesen Köse yine kızacak bana ama kötü bir kitap çıkarmış ortaya… Roman yazmamış da bolca malumatfuruşluk yapmış çünkü… Öncekilerle tekrara düşme pahasına Zonguldak ve madencilikle ilgili bulduğu her şeyi kitapta bir araya getirmiş. Hızını alammış, dünyadaki kimi maden havzalarından da örneklere de yer vermiş bolca. Sonuç olarak yazınsallıktan son derece uzak, hantal bir roman çıkmış ortaya.

YAZINSALLIKLARI VASATIN ÜZERİNE ÇIKAMIYOR

N. Cemal imzası ile “h2o Yayınları” arasında çıkan “Köz” adlı roman da, aynı tarihlerde yayımlanan  “Büyük Yürüyüş” gibi 90-91 madenci grevi ile 3 Mart 92 Kozlu grizu katliamını ele alıyor. Yazınsal ürünlerin, belgesel roman formunda yazılmış da olsa, gerçeklikle birebir örtüşmesi beklenemez elbette. 90-91 grevinde havza komitelerinin içinde yer almış biri olarak not düşmek isterim ki hem Köse, hem de Cemal süreçle ilgili pek çok şeyi maalesef yanlış biliyor. Adları ve mekânları değiştirip öyküyü bir başka boyuta taşımış olsalardı sorun olur muydu bilemem ama gerçek isimleri kullandıkları, zamanı ve mekanı birebir kitaba taşıdıkları için bu durum fena halde sırıtıyor ne yazık ki. “Köz” Türkçenin kullanımı, imlası, anlatım zenginliği, kurgusu ve yazınsal boyutu yönünden de vasatın üzerine çıkamıyor… Vazgeçtim okuma hazzını körükleyecek imgesel zenginlikten, betimlemelerin bile neredeyse hiç yapılmadığı roman sergilediği jargonla da sol içi bir muhabbet ürünü olmaktan ileri gidemiyor… Okuyup bitirdikten sonra, kuru bir anlatım yerine, örneğin eylül faşizminin insanlık dışı sahnelerini anlattığı çarpıcı bölümlerde, “İşkenceden geçirilenlerdeki büyük travmayı daha derin psikolojik çözümlemelerle anlatsaydı keşke” demeden edemedim kendimce…

Tam da bu arada Doğu Karaoğuz incelik gösterip, “Karaelmas’ın İlk Madencileri” adlı son kitabını kargo ile gönderdi bana. “Arkeloji ve Sanat Yayınları” arasında çıkan kitap kentin bir zamanlar en varsıl ailesinin büyük dedeleri Ahmet Ali ile Edhem’in Karadağ’dan beş kuruşsuz olarak gelip Karun kadar zengin olduktan sonra ağır ağır sahneden çekilen bir ailenin öyküsünü anlatıyor… Bir edebiyat şaheseri sayılmasa da, şu sızılı kentin hep konuşulan, ancak hiç bilinmeyen bir tarihine ışık tutmakla kalmıyor, hayata dair meseller de veriyor. Ne kadarı tezvirat bilemem ama zenginliği, “Sigarasını banknotla yakardı” cümlesiyle anlatılan kömür kralı Süleyman Sırrı ile kent içindeki koca binası hâlâ ismiyle anılan kardeşi Ali Barlı’nın hayatından ilgi çekici sahneler bence kent tarihi açsından da önem taşıyor…

 ZONGULDAKLI KÖMÜR KRALININ HİKAYESİ

Kentin en ihtişamlı ailesinin Zonguldak macerası önce Ahmet Ali’nin, sonra da Edhem’in 1850’li yıllarda, bir İngiliz kömür şirketinde amele olarak çalışmaya gelmesiyle başlıyor. Karadağlı bu iki amele kentin en zengin insanları oluyor zamanla. Ahmet Ali Ağa’nın oğlu Süleyman Sırrı baba mirasıyla dillere destan bir yaşam sürerken İstanbul sosyetesinde “Zonguldaklı kömür kralı” olarak nam yapıyor, sefih hayatı piyeslere konu oluyor. Madenlerin kamulaştırılmasıyla birlikte bu hayat yavaş yavaş son buluyor. Bilmiyordum kitaptan öğrendim, ihtişamlı konağı hâlâ Amasra’nın en güzel yapısı olarak dimdik ayakta olan Edhem Ağa’nın mezarı bile kayıpmış şimdi. Güzel annemin, “Ne oldum demeyeceksin oğlum, ne olacağım diyeceksin” sözünü bundan daha iyi anlatan bir mesel olamaz bence. Bir de Suphiye’nin mektupları var kitapta… Ailenin kızlarından biri olan ve son derece trajik şekilde hayata veda eden Suphiye’nin, istemediği ancak karşı da çıkamadığı evliliğe isyanını anlatan mektuplarda kullandığı dil, değme edebiyatçılara taş çıkarıyor…

 Yazı çok uzadı ama son zamanlarda kent kitaplığına kazandırılan kitaplardan söz açmışken, İbrahim Akyürek’in ürünlerinden söz etmemek olmaz. Kentin tek özel sanat galerisi SergiOdası’ını açmakla kalmayıp bir de Soğuksu’ya şubesini kazandıran bu kültür-sanat dervişimiz, “Kurgu Yayınları” arasında çıkan “Hayatımız Zonguldak” ve “Hayatımız Trafik” adlı iki kitapla, “kitaplı yazarlar” arasına adını yazdırdı. 1982 ile 2013 yılları arasında çeşitli yerlerde yayımlananı yazılarını derlediği “Hayatımız Zonguldak”ta felsefik bir derinlik ve kendine özgü bir bakış açısıyla kentsel meseleleri, insanlık hallerini tartışan Akyürek, “Hayatımız Trafik”teyse “Trafik Canavarı” umacısının arkasına gizlenen ulaşım politikalarını sorguluyor… Kimi zaman alaycı bir dille yüzsüz siyasetçilerin sorumluluğunu sergilemeye çalışıyor. Her iki kitapta da bakmasına bilenin yüzüne ayna tutan Akyürek kitapların ortaya çıkış gerekçesini de şu cümlelerle açıklıyor: “Yazmak benim gibi asıl işini, tercihiniz olmasa da yazmadan durulmuyor, yazı görüntünün önüne geçiyor. Yazma konuları da kenti aşıyor, ülke ve yeryüzü oluyor.”