Ne anlama geldiğini bilmediğim “tekaüt” sözcüğünü elinde bastonuyla dolaşan, yüzü buruş buruş olmuş bir köylümüzün lakabı olarak duydum ilkin. Köyün ilk emeklilerinden biri olmalı, herkes gibi annem de delibozuk şivesi ile “tekavüt” diye seslenirdi ona... Başka emekli vardı da bir tek ona mı bu lakap takılmıştı hiç bilmiyorum şimdi... Bildiğim “Tekavüt’ün karısı, oğlu, kızı …” diye adlandırılan tüm ailesinin de, isim taşıma hakkından tekaüt edildiğiydi… Ne Tekaüt’ün, ne de benden çok büyük olan çocuklarının adını hâlâ bilmiyorum bu yüzden. Nice sonra, “emekli” anlamına geldiğini öğrendim tekaüdün… Babamın bile koşa koşa işe gittiği o yıllarda hayal edilemeyecek uzaklıktaki bir köyün adıydı benim için. Daha okula başlayacak, eğitimimi bitirecek, askerliğimi yapacak, işe girecek, evlenecek, çoluk çocuğa karışacak, yirmi beş yıl çalışacak da tekaüt olacaktım... Hiç olmayacak iş, hiç gelmeyecek bir zamandı…

 

Gelirmiş meğer… Okul da bitti, askerlik de… İşe de girdim, evlendim de… Yirmi beş yıl değil, tam otuz bir yıl çalıştım. Çok umur gördüm, çok bozgunlar yaşadım. Ve yüzündeki ayva tüyleri yeni sakala dönüşen bir ergen olarak başladığım işçilik hayatını, bir solukta bitirdim. Otuz bir yıllık hizmetimi sonlandırarak, birkaç gün önce tekaüt oldum ben de… Üniversiteye yeni başlayan kızımın biraz daha yol alabilmesi için birkaç yıl daha çalışmak istiyordum aslında. Ayrıntılarını belki bir başka yazıda anlatacağım bir neden yüzünden, TTK’deki çalışma yaşamımı bitirdim ve yeni bir hayata merhaba dedim… İyi mi yaptım, kötü mü, bunu zaman gösterecek elbette… Ama bildiğim şu ki, son yedi aydır çektiğim azaba, bana artık dayanılmaz gelen işkenceye son verdim ve arkama bile bakmadan bir yangın yerinden kaçar gibi uzaklaştım otuz bir yıl hizmet verdiğim işyerinden…

 

ÜRETİM ZİNCİRİNİN BİR PARÇASI OLDUM HER ZAMAN

Ne yalan söyleyeyim, son yedi ayı hariç çok mutlu bir işçilik hayatım oldu… Sırtımı dağlara yaslar gibi güvendiğim olağanüstü güzellikte dostlar edindim en başta, içinde ikiyüzlü yıvışıklar da dâhil pek çok insan tanıdım… Ne mutlu ki üretim zincirinin bir parçası oldum her zaman… Elimi değil, tüm gövdemi taşın altına koyarak kazandım ekmek paramı… İnsanın kendisi için söylemesi doğru değil biliyorum ama böyle bir yazıda belirtmek zorundayım: Kazandığımdan kat kat fazlasını verdim TTK’ye… Bunca asalağın, basiretsizin, yeteneksizin, muhterisin yuvalandığı kurumda, başarmış insanların hazzıyla dolu bu yüzden içim… Makam, mevki hırsı gözetmeden, işe girdiğim ilk günden itibaren sendikal mücadelenin içinde oldum… Sendika, statü kazanmanın, sınıf atlamanın aracı değil de, işçi sınıfının ekonomik, demokratik haklarının geliştirilmesi için kıyasıya verilen bir mücadelenin alanıydı benim için… Öyle başladım, öyle de bitirdim…

 

Çırak Kursu’ndaki öğretmenlerim başta olmak üzere pek çok insana minnet dolu içim, en başta da binlerce yıl yaşayası Davut Kalfa öğretmenime… Çırak Kursu’nda onun gülmek nedir bilmeyen betondan yüzü ile tanıştım mı, tosladım mı bilemedim ilkin… Yakından tanıyınca o yüzün arkasına gizlenmiş sevgi pırıltısını ve bir ömür boyu düstur edineceğim iş ahlakını gördüm… Onun rahle-i tedrisinden geçtikten sonra ışıklar içinde yatası Emin Döngel ile İsmet Gümüş’ün elinde şekillendim. Çok şey öğrendim onlardan, iyi bir elektrikçi oldum. Meslek büyüğüm, sevgili öğretmenim İsmet Gümüş’ü hâlâ görürüm sokaklarda. Nerede görsem, saygı ile sarılırım eline. Yıllar önceki öğrencisi, “Canavar Ahmet’i” öğrencisi değil de evladı gibi bağrına basar o da… Başarılarımdan gurur duyduğunu söyleyerek onurlandırır…

 

SAMİMİYETİME GÜVENİLEREK SÖYLENENLERİ KULLANMAYACAĞIM

Mezun olduktan sonra, artık adı bile kalmayan Karayol Motor Atölyesi’ne, yoğun koşuşturmacanın tam göbeğine işbaşı yaptım. O vakitlerde, 600 araçlık bir parkı vardı EKİ’nin ve neredeyse tümüne biz bakıyorduk. Ömrümün en güzel yıllarını geçirdiğim atölyede, o kadar çok insan emek verdi ki bana, yazsam değil bir köşe yazısının sınırları, sayfalar yetmez… Ama artık bir hüzün bulutu olan ikisini özellikle anmak isterim. Birincisi Ertan Güney… Benim sanatçı ruhlu şefim… Tüm Zonguldaklıların hatırasında yer etmiş anıt insan… “Sende cevher var” diyerek elimden tutup, henüz hayatın başında önüme uçsuz bucaksız alan açan bu güzel insanı hasret, en çok da minnetle anıyorum… İkincisiyse Esat Zaman… Birkaç gün önce sonsuzluğa uğurladığımız Zaman, servis mühendisimdi işbaşı yaptığımda. Sert mizaçlı bir insandı. Kolayına kimse yanaşamazdı yanına, hele hele asalak, yalaka tayfası selam bile veremezdi. Dal bedenli bir çocukta gelecek görmüş olmalı ki, hep elimden tuttu benim. Hiç unutmuyorum, girdiğim bir sınavda komisyon üyesiydi. İçeri girince “Yahu” dedi gülümseyerek, “Ahmet’in ne işi var burada. Bu bizim Ahmet. Ona da mı soru soracağız? Hadi güle güle kardeşim” diyerek tek soru bile sormadan uğurladı. Bana olan güveni hep sürdü. Hangi işyerine gitsem, tanıdığı herkese övgü ile söz ederek önümün açılmasını sağladı… Ani ölümüyle de tanıyan herkes gibi beni de derinden üzdü… İlkeleri olan, adam gibi bir adamdı Esat Zaman. Her şeye karşı dik durdu her zaman, hiç eğilip bükülmedi… Öyle olduğu için de gönüllerdekinden başka bir makam sahibi olmadan, göçüp gitti bu dünyadan… Yaşadığım sürece hep minnetle anacağım onu, içimin en güzel yerinde saklayacağım…

 

Evet, bir tekaüdüm artık. Söylemeye gerek yok belki, yazıp çizmeye daha çok vakit ayıracağım… En önemlisi de TTK ile ilgili fikirlerimi hiç sakınmadan yazabileceğim, en güzeli de bu bence… Çalıştığım kurumla ilgili yazmak, amirim durumunda olan, odasına önümü ilikleyerek girmek zorunda olduğum insanları eleştirmek hiç ahlaki gelmiyordu bana. Kurumda çalışıp da gazetecilik yapan kimileri, bunu, ayrıcalık kazanma, statü elde etme aracı olarak da kullanıyordu ayrıca. Bu duruma hiç düşmek istemedim, büyük ölçüde başardım da… Kurumda olan bitenlerle ilgili fikirlerimi net cümlelerle yazmam için hiçbir engel kalmadı artık. Yok, hayır pozisyonum nedeniyle edindiğim, kişisel sohbetlerde samimiyetime güvenilerek söylenmiş bilgileri kullanmayacağım asla. Onlar en azından bir müddet, bir emanet olarak kalacak bende… Okura sözümdür, bana küfredilmesine göz yuman sözüm ona iman sahibi imansızlar konu olsa bile, tutacağım kalemimi… Bana yaptıkları gibi düşmanca yaklaşmayacağım onlara. Zonguldak için yaşamsal önemi olan TTK, kişisel hırslarıma teslim edemeyeceğim kadar değerli benim için… Her ne kadar onlar, kurumu, babalarını çiftliği olarak görse ve öyle yönetse bile…

 

İzzet Kurtman başta olmak üzere sevgiyle anacağım çok insan vardı sırada ama epeyce uzattım lafı. Bir başka yazıda yazarım onları belki de… Daha sırada GMİS’te yaşadıklarım var ayrıca… Uzun çalışma yaşamımda yüzlerce insanla çalıştım. Pek çoğunun kalbine dokundum, pek çoğu derin hatıralar bıraktı bende… Çok mücadeleler, son derece başarılı işler yaptık… Pek çok insana kısmet olmayacak kadar çok ilke imza attık. Birkaç kişi hariç herkese hakkımı helal ediyorum. Onlar hariç herkesin de helal etmesini isterim. En çok da servisimdeki arkadaşlarımın hakkı var bende… Yol göstersem de onlar işi yaptı, ekibin başındaki kişi olarak övgüyü ben aldım. Aldığım övgüden fazlasını onlara sundum ama terazi hep benden yana tarttı. Hiçbir şeyden pişman değilim, kimseden özür dilemiyorum, hiç art niyetli davranmadım çünkü… Kimilerini üzdüm biliyorum, bu hem işin gereği, hem de ilkelerim yüzündendi… Beni anlayacaklarını umuyor, birlikte ter akıttığım tüm arkadaşlarımın o her yanı kömür karasına bulanmış tertemiz alınlarından öpüyorum…