Geçtiğimiz hafta bir toplantı için gittiğim Ankara’da çocukluğumdan delikanlılık yıllarıma heyecan dolu bir yolculuk yaptım… Taner Topçu, Ankara’nın başkent olarak kuruluşunun ilk on yılındaki yapılaşma ve modernleşme tarihini anlatan “Bir Şehir Kurmak: Ankara 1923-33” başlıklı sergiyi gezmek için Cer Modern’e davet etti bizi… Coşkulu sözlerle serginin küratörleri Ali Cengizkan ile Müge Cengizkan’ın seçkin bir topluluğa sergiyi gezdireceğini söylüyordu… O heyecana bigane kalmak mümkün değildi elbette… “Cer” sözcüğüçocukluğuma, Ali Cengizkan ismiyse delikanlılık yıllarıma götürmüştü beni ayrıca…
 
“Cer Modern Sanatlar Merkezi”, TCDD’nin Ankara’daki lokomotif tamir ve cer atölyelerinin restore edilerek yeni işlev kazandırılan taş binalarında kurulmuş… Binanın ana formu gibi, birçok noktada raylar, lokomotif tamir edilen kanalların olduğu gibi korunması büyülü bir ortam çıkarmış ortaya… “Çekme, sürükleyerek götürme” anlamına gelen “Cer” pek çok Zonguldaklı gibi hayatımda yeri olan bir sözcük benim de… Babam “kara nakliyat”, “demiryolu” ve “deniz nakliyat” servisiyle EKİ’nin dev dev bir birimi olan Ulaştırma Müdürlüğünde uzun yıllar çalıştı… O emekli oldu, bir sene sonra ben girdim aynı yerde işe…
 
BEDRİ RAHMİ GÖZLERİMİ KAMAŞTIRDI
Otomobilinden tırına, itfaiyesinden ambulansına, dozerinden kar küreme aracına 600’den fazla taşıtı vardı çalıştığım Kara Nakliyat Servisi’nin… Babamın çalıştığı deniz servisiyse romorkörleri, maçunaları, gemileri, mavnaları, irili ufaklı tekneleriyle büyük bir filoydu… Kilometrelerce uzunluktaki demiryolu ağı, çok sayıda lokomotif ve sayısız vagonla hizmet veren Demiryolu Servisi en ağır işçisiydi Müdürlüğün… Vardiya başlarında Üzülmez’den Kozlu’ya binlerce işçi taşıyan fayton bile çalıştırıyordu hatta…  Şimdiki Uğur Mumcu kavşağı civarında kentin en ortalık yerine kurulu olduğu için de “Cer” sözcüğüne herkes aşinaydı…
 
Kafamda bunları harmanlayarak gittiğim Cem Modern’in umur görmüş taş duvarını sevgiyle okşadım… Kapısından içeri girdiğimdeyse gözlerim kamaştı birden… Bedri Rahmi’nin 14 metrekarelik “Karagöz’ün Gemisi” tam karşımdaydı çünkü… Sına-i Nefise’den öğrencisi Osman Zeki Oral “Resme Anadolu’nun renklerini, kokusunu, motiflerini taşıyan adam” tümceleri ve akıl almaz bir coşkuyla anlatırdı hocasını… “Bir İstanbul masalı” dediğim tabloyu tüylerim ürpere ürpere izledim… Her rengini, figürünü, fırça izini, nakşetmeye çalıştım gönlüme… Bana Bedri Rahmi’yi derinlemesine sevdiren Osman amcayı hayırla andım…
 
KAYALIKTA ÇINLAYAN SUYUN SESİ VAR
Yıllar sonra tanışma olanağı bulduğum Ali Cengizkan’ı, aynı zamanda kentin bir kültür emekçisi de olan Fehmi ağabeyin başkanı olduğu “Cer İşçileri Sendikası”nda, teksirle bildiri çoğalttığım günlerden tanıyordum… 1983’te çıkan “Yunan Dosyası” adlı kitabı kütüphanemde hâlâ… Tüm ömrümün denizin öptüğü bir kentte geçmesinden olacak,  çok sevmiştim o kitabı… Constantine Manos’un deniz kokan fotoğraflarına yazılan şiirlerden oluşuyordu çünkü… “Başkaları su gibi aktı denize / Araya dağlar girdi, ağardı saçlar, / Dut dalı baston işe yaramasa da / Kayalıkta çınlayan suyun sesi var.”
 
Hayran gözlerle izlediğim sergide, her iki Cengizkan’ı öğrene öğrene dinledim… Bir videodaki Sıhhiye binasını görünce koptum ortamdan… Thedor Jost’un tasarladığı binanın bir eşi Zonguldak hükümet konağı olarak kullanılmış, gençliğim o binaya bakan bir evde geçmişti… Vandallar 1980’lerde yıktı, yerinde kentle deniz arasında sur ören ruhsuz bir yapı var şimdi… Fotoğrafa mı yoksa gençliğime mi bakıyordum bilmiyordum artık… Sergey Yutkeviç’in salonun bir başka köşesinde gösterilen “Türkiye’nin Kalbi Ankara” belgeselinden yükselen “Enternasyonal” marşı manzarayı tamamlayınca gözyaşlarımı gizlemem mümkün değildi artık... “Uyan artık uykudan uyan…”