Türkiye’nin çeşitli üniversitelerinden gelen arkeologlar Bülent Ecevit Üniversitesinin ev sahipliğini üstlendiği “Tematik Arkeoloji Serisi 2” başlıklı sempozyumda bir araya geldi. Sempozyumun ana başlığı, “Anadolu Arkeolojisinde İletişim Ağı ve Sosyal Organizasyon” olarak belirlenmişti. Bilim insanları 7-8 Şubat 2014 tarihlerinde düzenlenen oturumlarla alanlarındaki son gelişmeleri ve çalışmaları hakkındaki bilgileri paylaştılar. Sunumlar sonrası yapılan soru cevaplı bölümde arkeolojinin sadece geçmişe seslenen bir bilim dalı olmadığını görme fırsatı yakaladık.

 

Günümüzde halen daha tartışma konusu olan konuların geçmişteki izlerini gösteren arkeologlar bugüne birdenbire gelinmediğinin ispatını pek çok kalıntıdan yola çıkarak oluşturdukları yorumları ile sunuyorlar. Tartışmalı olan kalıntılar üzerinden yeni yorumlar geliştirerek fikir paylaşımlarının yapıldığı oturumlarda insanın serüveninin başlangıcına dair sürekli yeni buluntular ortaya çıktığı anlaşılıyor.

 

Bülent Ecevit Üniversitesi son yıllarda pek çok sempozyuma ev sahipliği yapıyor. Teknik ağırlıklı bir üniversite olarak bilinen BEÜ, eski adı ile Zonguldak Karaelmas Üniversitesi artık sosyal bilimler konusunda da birçok bölümün açılmasıyla düşünce üretimine geçti. Bunlardan biri olan arkeoloji alanı özellikle gençlerin çok yoğun ilgi gösterdiği gözlerden kaçmayan bir parçası. Kanıtı olarak da Yrd. Doç. Tayyar Gürdal hocanın verdiği “Yunan Mitolojisi ve Sanat Tarihi” derslerinin bütün bölüm öğrencilerinin zorunlu olarak alması gereken alan dışı seçmeli derslerde yoğun ilgi görmesini burada hatırlatabiliriz. Gerçekten de benim de alma şansı bulduğum bu derslerde sınavlar bile öyle ki, koca fizik, kimya amfileri yetmediği için öğrenciler bölünerek ve farklı sorular hazırlanarak üst üste yapılmak zorunda kalıyor. Tayyar Hoca’nın başarısı, ilginç ama farklı görüşlerdeki kişilerin kendi yorumları ile değerlendirmek isteyecekleri muhtemel bir konuyu dağıtmadan ve bıkıp usanmadan arkadaş canlılığı ile bilimin çerçevesinden ayrılmadan anlatması bana göre.

 

 Özellikle günümüzün çalkantılı atmosferi bilim ile siyasi, dini birçok düşünceyi birbiri ile çatıştırmaktadır.  Sosyal bilimler insanın toplumsal yönlerini içerdiğinden belki de en ölçülebilir tartışmalar burada yaşanmaktadır. Ülkemizde de örneğin Jeolog Celal Şengör Hoca’nın toplumsal olaylara ilişkin verdiği ve gazetelere geçecek kadar gündemdeki konularla ilgili çarpıcı açıklamaları haber sahalarına zaman zaman düşmekte. Bugünlerde caps’ları popüler bir gündem oluşturan, cahillik ile bilim arasında kurduğu bağ büyük sempati yaratan Tarih Profesörü İlber Ortaylı Hoca nedense hitap şekli ile inceden dalgasını geçtiği siyasiler hakkındaki göndermeleri ile o kadar anılmamakta! 10 TL’si olanlar açıp bakabilirler, ünlü matematikçimiz Cahit Arf’ın portresi var arka yüzünde. "Matematik de resim, müzik ve heykel gibi bir sanattır" diyerek matematiğin sanatsal yönüne vurgu yapmış, artık hayatta olmayan dünyaca ünlü bir bilim adamımız Arf. “Tarihin Arka Odası” adlı TV programında her ne kadar Murat Bardakçı geniş dağarcığı ile çakışmayan, sanatın aleyhinde bazı açıklamalarda bulunsa bile programın önemli figürlerinden biri sanat tarihçisi 80 yaşındaki Profesör Dr. Nurhan Atasoy’dur.Tarihin Arka Odası” sık sık program konusunu gündemdeki konuya göre ayarlamaya çalışan bir program. Kısaca bu ilk anda aklıma gelen örnekler bile sosyal bilimlerin ve diğer bilim disiplinlerinin günümüzün çalkantılarının çözümüne bir şekilde katkı yapmaya çalıştıklarını göstermekte. Ya da başka bir ifade ile bilimsel çalışmalarına gömülüp dünyayı sadece akademisyenlerin anlayacağı bir dille formüle eden bilim adamı tipi karton bir karakter haline dönüşmektedir. Dünyayı daha iyi anlamamızı sağlayacak olan bilim, gelecekte günlük yaşamımızın içine daha da fazla müdahil olan bilim insanları katacaktır. Bu kaçınılmaz bir durum olarak görünmekte. Ortaylı Hoca’nın moda caps’ları ile tarif edersek, gelecekte cahil cahil siyaset yapılamayacak diye umuyoruz.

 

Aslında yıllar önce bende iz bırakan “Medya ve İletişim Sempozyumu” başlığı ile hatırladığım iletişimcilere ev sahipliği yapmış kentimizin üniversitesindeki bu tür etkinlikleri birçok kişi gibi bende bu nedenlerden dolayı çok kıymetli buluyorum. Bilim dünyasının düşünce dünyamızı sadece kâğıt üzerinde zenginleştirmediği görmek istiyorum. “Tematik Arkeoloji Serisi Sempozyumu” gibi ilgili olan herkese açık olduğu belirtilen bu oturumların aktarımının bu yüzden yetersiz kalması ve toplumda yeteri kadar tartışılamaması bence üzücü. Zira çarşıya her inişimde birbirine girmiş trafik içerisinde kaza yapan araçların sahiplerinin birbiri ile polis ve konuya dahil olan çevre esnafı ile ne olduğu kolay anlaşılamayan gerginliklerine rast gelmek aleni hallerden artık. Bazen benim bile “zank” diye önümde duran bir araçtan başını uzatan biri tarafından kavgaya çekilmek istenmem, sadece toplum olarak sıkıntıdan patlama halleri değil herhalde. Bir kere gündelik en doğal işlerimizi adam gibi düzenleyemediğimizi gösteriyor bu kargaşa. Diğer taraftan dünya ile bunca entegre olma lafını eden bir milletin evrensel dilden ve etikten yeteri kadar faydalanmadığını gösteriyor.

 

“Tematik Arkeoloji Serisi Sempozyumu”nu çok istememe rağmen baştan sona iki oturum hariç izleyemedim. İzlediğim oturumlardan Çiğdem Atakuman’ın sunduğu “Kuzey Mezopotamya Geç Neolitiğinde Mühürler”, “Sembolizm ve Sosyal Yapı” konusu bugünlerde eski yazı, işaret ve iz konularına duyduğum ilgi nedeniyle önceden görmeye karar aldığım bir oturumdu zaten. Özellikle “ev” konusunda bir projeyi sürdüren ve değişik materyaller arayan biri olarak eski mühürler arasında eve benzetilmiş objelerin olduğunu da görmek keyif verdi bana. Doğrusu böyle bir şeyi internette veya ulaşabileceğim kaynaklarda kolay kolay bulamazdım. Bu işaretleşme veya iletişim aracı olduğu düşünülen (iletişim nispeten çok yeni bir kelime) imgelerin sosyal statüleri, kimlikleri hane liderliği� veya ait oldukları grup�gibi gösterdiğinin altını çizdi Atakuman Hoca. “Bu bize günümüz ile ilgili ne verir?” diye soracak olursanız ampulden anahtara, yakın ve uzak tarihsel nitelikleri bulunan ok ve hilaller gibi simgeler ve daha az karmaşık ağaç gibi parti logolarına bakın, bir çatı altında durmak için insanların nasıl kampanyalar oluşturdukları ile bağlar kurabilirsiniz. “İnsan Nasıl İnsan Oldu” adlı kitapta havaya resim çizerek gösterilmeye çalışılan jestlerin, insanın tarihinde konuşma, resim ve yazıdan önce geldiği söyleniyor. Bugün bile insan birçok şeyi anlatırken elleri ile havaya bir sürü şekiller çizmiyor mu? Bulardan biri olan ve Kızılderililerin kullandığı başın üzerine tutulan üçgen şekilli elleri çatma hareketinin “ev”anlamında bir jest dili olduğu söyleniyor. Yeri gelmişken kendi konumdan bu reklâmı da yapayım dedim henüz zamanı gelmeden! 

 

Sonuç olarak “Tematik Arkeoloji Serisi Sempozyumu”nu ucundan da görmüş olsam, örneğin Tayyar Gürdal Hoca’nın sunduğu “En Güçlü İletişim Ağı: Din”  adlı sunuyu baştan sona yaşamak iyi bir deneyimdi. Aynı konuda faklı dünya görüşlerine sahip akademisyenlerin çok keyifli bir tartışma gerçekleştirdikleri soru, yanıt bölümünde öğretici ve değerli olan ne çok şey vardı. Örneğin henüz netleşmemiş fakat dünya arkeoloji gündemine son yıllarda bomba gibi inmiş ülkemizdeki Göbeklitepe buluntuları üzerinde döndürülen tartışma, yukarıda vurgulamaya çalıştığım günümüz ile geçmişin bağlarının ne kadar kuvvetli olduğunu düşündürmesi açısından çok önemliydi. Benim için değerli bir başka gözlem akademisyenlerin bir taraftan Marks’tan Platon’a, peygamber ve kutsal kitaplara kadar referans almaya veya göstermeye çalıştıkları kaynakların çeşitliliğiydi. Elbette yapılan tartışmalarda her bilginin veya yorumun çok net ifade edilemediğine dair bir sezgi kalıyor geriye ama bunun nedeni de özgür akademik bir ortam için henüz daha alınacak mesafelerin var olması anlaşılan. Yine de akademisyenlerin lafı döndürmek için verdikleri çabanın hoşluğuna kapılıp insan oturumlardaki tartışmaları izlerken korunan ölçülü mesafenin gündelik hayatımıza geçecek kadar örneğin İlber Ortaylı Hoca’nın caps’ları gibi keyifli olmasını istiyor.