Cumhuriyetimizin ilk şehri, Orhan Veli’nin “kara deresi”, kelebek kadar bir ömrü yaşamış şairlerimiz, Rüştü Onur’un ve Muzaffer Tayyip’in yaralı ciğeri Zonguldak’ım. Sen, gelişmişliğin simgesisin diye şahların, kralların gezdirildiği emeğin başkenti, çalışanın alın teriydin. Uçsuz bucaksız yemyeşil ormanları ve masmavi denizin ile ülkemin cenneti olmuştun. En işlek limanı, ağ gibi örülmüş demiryolu ve ağır sanayisi ile Türkiye’nin 7. büyükşehri vazgeçilmeziydin ülkemin. Genel Müdürlüğün yanı sıra, bölge müdürlüklerin de merkezi olmuştun. Havalıydık anlayacağınız. Başbakan, meclis başkanları çıkardık bu nadide şehrimizden. Hele, hele her bir hükümette mutlaka bir bakanımız olurdu. Fiyakamızdan geçilmezdi. Zonguldak’tan geliyoruz dediğimizde, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kapıları, sonuna kadar açılırdı hepimize. Yahu yürüyüşümüz bile değişmiş biraz da kasılmıştık hani.

Ne olduysa oldu bir kasvet çöktü üstümüze. Önce bölündük, parçalandık, sonra hor görülüp aşağılandık. Her gittiğimiz yerde “Bizim hakkımızı yiyorsunuz” diye onur kırıcı sözlerle karşılaştık. Birden unutuldu yıllarca, gelirde Türkiye’nin incisi, birincisi olduğumuz. Veren taraf iken alkışlanan şehrimiz, bırakın alan olmayı, vermede zora girdiğimizde yuhalanan oldu. Tek, tek bölge müdürlükleri hatta müdürlükleri alındı elimizden. Hizmetler durdu, yatırımlara son verildi. Emekliler kenti yapılmak istendi, yıllarca süren ve hala gerçekleştirilemeyen projelerle uyutulduk. Kamudaki çalışan sayısı nerdeyse dörtte bire düşürüldü, umutlar kurudu. Göç alırken göç veren birinci il olduk birden. Sustuk, ezildik ve tabiikikırıldık. Tersaneler kapatıldı, özel sektör yatırım yapmaz oldu. Kaçan kaçana. Kimi Akdeniz’e, kimi Ege’ye kimileri de Trakya’da mekan buldular kendilerine. Bizden aldıklarını oralara yatırdılar. Ne diyelim helali hoş olsun. Bize kalanlara şükretmekten başka ne kaldı ki yapacak?

Yahu demiryolu var; üstünde insan taşıyan vagonu yok, hava alanı var; inen, kalkan uçağı yok. Karayolları desen maazallah on beş yıldır tamamlanmayan tarla mübarek. Var olan tek şey milletvekillerimiz, belediye başkanlarımız. Yok olan, bizim“havamız!” Vagonsuz demiryolu, uçaksız hava alanı gibi… 

Her şey bir yana, içimize çektiğimiz hava bile bize isyanda nedense. Hava var ama “hava” yok! Karbon, kükürt oksit solumaktan ciğerlerimiz yandı yakıldı. Bacalardan adeta fışkırıyor içimizi deliyorlar. Akşam olunca göz gözü görmüyor kirlilikten. Doğada bize karşı, etrafımızda yüksek dağlar, arazi engebeli, topoğrafik yapı bozuk. Hapishane gibi havadaki zehirli gazların esiri altındayız. Dua ediyoruz rüzgar çıksın pis hava dağılsın diye! Her yerde hastalıklar artmış; kanser, koah olan olana. Araştırın bakın, Zonguldak’tan, şehir dışına, üniversite hastanesine giden kanserli hastaları. Son beş yılın grafiklerindeki artışları görün. Güzel koltuklardan bir kalkın, hele etrafınıza bakın inceleyin, çözüm üretin. Emekli bir işçiye kaçak kömür kullandı diye kestiğiniz cezayı, başta kamu binalarının bacalarından çıkan zehirin müsebbibine de kesin. Filtreler artık görev yapmıyor. Görmüyor musunuz? Kamu binalarını,  denetlemenize ceza kesmenize bir engel mi var? Genel bir sağlık taraması yapın bakın bakalım, ölümcül hastalıklar niye bu kadar artmış acaba? Muslu’dan başlayın bu taramaya. Çatalağızı, Kilimli, Zonguldak ve Kozlu’dan çıkın. Bu kirliliğin nedenlerini araştırın, termik santralılarından salınan zararlı gazların, bacalardan çıkan karbon ve kükürtün vücutlarımızda ne gibi hasar verdiklerini inceleyin ve bizimle de yani kamuoyuyla paylaşın. Bir de,  kilometrelerce uzunluktaki kanserojen madde içeren asbestli içme su borularının bize verdiği ölümcül zararları da incelemeyi de unutmayın. Tabi bu bilince sahip yöneticiler varsa! Unutmayın ki, hala tedbir almayıp çözüm üretmezseniz, bu lanet hastalıklar bir gün sizin de kapınızı çalacaktır. Bir vesile bu hastalıklarla mücadele veren tüm hastalara şifa diliyorum.