Okuyucularımızdan Oğuz Ayçiçek’in bize göndermiş olduğu bu yazıyı sizinle paylaşıyorum.

 

ADİL ADALET

Adaletin işleyişi , insanoğlunun sosyokültürel davranışlarına göre şekillenmiştir!

Nasıl bir toplum haline geldiğimizin üzerine konuşmak, irdelemek, eni konu sorgulamak yerine, yaşam mücadelesi diye adlandırılan bir çemberin içine sıkıştırılarak, günden güne yabanileşen bizlerin,vicdani ve sosyal sorumluluklarımızı yerine getirmemiz gerektiği bilincini taşıma zaruriyetini kavrayamamış olmamız,yüzyıllardır yaşanan adaletsizliğin temelini oluşturmuştur diye düşünüyorum. Ayrıca yapılan ya da yapılmayan tüm davranışları sıralamak, altını çizerek vurgulamak, gözleri kör olmuş bir toplumu harekete geçirmez! Haliyle toplumların birlikte hareket etmesi gereken konular da bile ayrışan, tartışan, hizipleşen toplulukların türemesi, adaletin tecellisi noktasında hep sıkıntı yaratmıştır.

Yüzyıllardır rantın, makamın, gücün cazibesine kapılan insanoğlunu tümden konuşmaktansa olaya kendi ülke insanım açısından baktığım zaman pekte ümitli olduğumu söylemem zor, ne yazık ki. Zira ”Düşenin dostu olmaz, bana dokunmayan yılan bin yaşasın,devletin malı deniz yemeyen domuz,bu devirde babana bile güvenmeyeceksin” sözleri, ülkemde ki adalet anlayışına hangi pencereden bakmam gerektiği konusunda ışıktır bana. Oysa ki sosyal değerleri hala ayakta duran bir toplum için bu düşünceler büyük acı. Aile bağları , komşuluk ilişkileri, ticari yaşamı ve birçok sosyal değerini kültürel açıdan tamamen yitirmemiş bir toplumun bireyi olarak üzerimize düşen en yerinde eylem, adilane bir yaşam ve eşitlikçi öngörüdür.Bu yaşam biçiminin şekillenmesi için gerekli olan rol modeli seçme noktasında her insan elbet deki özgürdür. Lakin mayasına gerçek adalet işlememiş olan tüm olgular, insanı barış için,adalet için,eşitlik için değil, kendi menfaati için yaşayan bir militan olarak dizayn eder .      

Ramazan ayında böyle bir düşüncenin zihnimde nasıl hasıl olduğu konusunda düşünenleriniz olabilir. Lakin unutmamak gerekir ki paylaşımın en üst seviyede olması gereken bu ayda, adil ve eşit bir yaşam için üzerimize düşeni kavrama noktasında madalyonun diğer tarafını da görmek gerekir.

                              

 

SAĞLIK

Gül Hastalığı Nedir?

Dermatolojik bir hastalık olan gül hastalığı (Pityriasis Rosea) kronik özellik gösterir. Gül hastalığı; kırmızı renkli, iltihaplı veya iltihapsız kabartılar, döküntü, deri yüzeyinde yanma hissi, damar genişlemesi, yüzde kızarıklık ve kaşıntı ile karakterizedir. Açık tenli kişilerde daha çok ortaya çıkar. Genellikle 10 ila 35 yaşları arasında görülür.

Mide Rahatsızlıklarıyla Birlikte Ortaya Çıkıyor

Madalyon denilen ilk kabartının ardından 5 ila 15 gün sonra gelişen döküntüler, birkaç hafta veya 1 yıl içinde kendiliğinden iyileşir. Çoğunlukla yanaklarda başlayan hastalık ilerlediğinde yüz bölgesi ve vücudun her yerinde kendini gösterebilir. Kendiliğinden geçiş süresi kişiden kişiye farklı bir seyir izleyen gül hastalığı, koyu tenlilerde zamanla iyileşen lekeler bırakır.

Gül hastalığı; başta stres olmak üzere, güneş, sıcak hava, soğuk hava, sert rüzgar ve nem gibi iklim koşullarıyla birebir ilişkilidir. Hastalık, viral enfeksiyonlar nedeniyle zayıflayan bağışıklık sistemi veya stres koşulları nedeniyle tetiklenir. Mide ülseri ve reflü gibi mide rahatsızlıklarıyla beraber görülebilir. Hastalıktan kaynaklanan şikayetleri azalmak için aşırı soğuk, rüzgar ve güneşten korunmak; cildi nemli tutmak, nemlendirici kullanmak ve sıcak suyla yıkanmaktan kaçınmak gerekir.

 

HİKAYE

 

                                                                    KAHVE TANELERİ

Bir baba evlenmek üzere olan oğluna tavsiyelerde bulunuyormuş. "Son tavsiyemi mutfakta anlatmak istiyorum" demiş. Mutfağı ve yemek yapmayı bilmeyen delikanlı "Olur" demiş çekine çekine.
Baba, ocağa aynı büyüklükte üç kap koymuş. Hepsini suyla doldurup üçünün de altını yakmış. "Şimdi, istediğim her şeyden iki tane vereceksin bana" demiş oğluna.

Sırasıyla havuç, yumurta ve kavrulmamış kahve çekirdeği istemiş. Oğlu hepsinden ikişer tane vermiş babasına. Adam iki havucu birinci kaba, iki yumurtayı ikinci kaba ve iki kavrulmamış kahve çekirdeğini üçüncü kaba koymuş.

Her üçünü de yirmi dakika süreyle kaynatmış. Daha sonra kapları indirip yemek masasına buyur etmiş oğlunu. yemek masasında üç tabak duruyormuş. Kaplarda kaynayan havuçları, yumurtaları ve kahve çekirdeklerini büyük bir özenle tabaklara yerleştirmiş.

Sonra oğluna dönüp sormuş:
"Ne görüyorsun?"

Oğlu düşünürken açıklamaya başlamış. "Havuçlar haşlandıkça aslını kaybedip yumuşamış. Yumurtalar görünüşte baştaki gibi sert duruyorlar ama içleri katılaşmış. Kahve taneleri ise olduğu gibi duruyor, başta neyseler sonunda da öyleler.

Sonra asıl tavsiyesine sıra gelmiş:
"Evlilikte aşk ve şefkat birlikte olmalıdır. Aşksız bir evlilikte her iki eş de şu gördüğün havuçlar gibi birbirlerini tüketirler, eskitirler, pörsütürler.

Şefkatsiz bir evlilikte ise eşler birbirlerine ne kadar tahammül etseler de, şu gördüğün yumurtalar gibi içten içe katılaşırlar, birbirlerinden uzaklaşırlar.

Aşkın da şefkatin de olduğu bir evlilikte ise, şartlar ne olursa olsun, eşler tıpkı şu kahve taneleri gibi, birbirlerinin yanında kalırlar, kendi kişiliklerini yitirmezler.

Kahve tanelerinin tekrar kaynatılmaya hazır olmaları gibi, onlar da birbirleriyle baş başa uzun yıllar geçirmeye isteklidirler.

Oğlu aldığı bu dersten tatmin olmuşa benziyordu. "Asıl ders bu değil!" dedi baba.
Oğlunun elinden tuttu, ocağın üzerinde bıraktığı kapların içinde kalan suları gösterdi. "Havuçlardan ve yumurtalardan arta kalan suya bak. İkisinde de bir tat yok"
Kahve çekirdeklerini çıkardığı kaptaki suyu yavaşça bir fincana boşalttı. Mis gibi taze kahve kokuyordu. Fincanı oğluna uzattı. "İçmek istersin herhalde"
dedi. Oğlu kahvesini yudumlarken konuşmasını sürdürdü.

"Kahve çekirdekleri gibi birbirlerini tüketmeyen eşlerin paylaştığı yuva da işte böyle olur. Mis gibi, temiz ve huzur verici. Başka herkesin fincanına koyup yudumlayacağı taze kahve gibi. Çünkü onlar birbirlerini harcamayarak, birbirlerine aşkla ve şefkatle davranarak hayata kendi tatlarını, kokularını ve renklerini katmayı başarırlar.

                                 BAKARA SURESI 185-186 (AMENERRESULU)

 

Rasûl, rabbinden kendisine inzâl olana iman etti. Hepsi de (mü’minlerin), iman ettiler Allâh ile, Allâh’a; meleklerine; kitaplarına; resûllerine. Rasûllerim arasında fark görmediler; işittik ve itâat ettik, mağfiretini isteriz rabbimiz, dönüşümüz sanadır dediler.

Allâh kimseye teklif etmez kapasitesi dışındakini. Yaptığınızın kazancı da sizedir, kaybı da!.. Rabbimiz, unutursak veya hataya düşersek bizi bundan mesûl tutma. Rabbimiz, bizden evvelkilere yüklemiş olduğun ağır yükleri bize yükleme. Rabbimiz güç yetiremiyeceğimiz görevlerle görevlendirme. Bizleri affeyle, bağışla, merhamet buyur. Bizim mevlâmızsın, gerçeği örtenlere karşı bize zafer ihsan et!..

GERÇEK ALİM

Ahmet bin Hanbel Hazretleri'ne:

    - Tehdit altındasın, kalbinle imanında sabit kalarak yalnız dilinle istediklerini söylesen olmaz mı ? dediklerinde,

    Büyük İmam:

    - Olmaz. Alimler hakkı söylemekten kaçarsa, cahiller ne yapar? Böyle olursa hakkı tespit nasıl olur? cevabını vererek gerçek alimin nasıl olması gerektiğini göstermiştir.