Geçen hafta Cuma günü camilerde yapılan vaazların ve okunan hutbelerin konuları üç aylar ve kutsal geceler hakkında oldu. Bu vaaz ve hutbelerde üç aylarla ilgili genellikle hep aynı şeyler anlatılmaktadır. Bu anlatılanlar içerisinde  İslama ve  Kuran’a uymayan bir sürü uçuk kaçık hurafe ve bidatlar yer almakta ve bütün bunlar her sene temcit pilavı gibi insanlara sunulmaktadır.

Eski dünya dinlerinde olduğu gibi gelenekçi İslamda da bazı  geceler kutsallık adı altında  ibadet yapmak için kutsal geceler olarak belirlenmiştir. “Müslümanlarca üç aylar ve kutsal geceler olarak bilinen aylar ve geceler şunlardır: Recep, Şaban, Ramazan üç aylardır. Kutsal geceler ise Recep ayının ilk cuma gecesi Regaib, yine Recep ayının yirmiyedinci gecesi Mirac, Şaban ayının on beşinci gecesi Beraat, Ramazan ayının yirmi yedinci gecesi Kadir Gecesi ve Rabiulevvel ayının onikinci gecesi  Mevlid  kandili şeklindedir.

Bu geceler Osmanlılar  döneminde II.Selim zamanından başlayarak, minarelerde kandiller yakılarak duyurulup kutlandığı için “Kandil” olarak anılmaya başlamıştır. Yukarıda adı geçen gecelerin hiçbirisini Peygamber Efendimiz kutlamamıştır. Bunlar Peygamberimizden çok zaman sonra kutlanmaya başlamıştır.” (Diyanet İslam Ansiklopedisi (DİA), c. 24, s. 300)

Diyanetin islam ansiklopedisinde kandil gecelerinin Peygamber döneminde olmadığı belirtilmektedir. Fakat  aynı Diyanet tüm camilerde, kutsal geceler hakkında vaazlar verdirip hutbeler okutmaktadır. Bir çok tv ekranında da bu geceler hem kutlanmakta hem de bu gecelerle ilgili çeşitli nasihatlar verilmektedir. Bu durum bir çelişki olmasına rağmen uygulamaya devam edilmektedir.

Yukarıda belirttiğimiz gibi Osmanlılar döneminde II.Selim zamanından başlayarak minarelerde kandiller yakılarak duyurulduğu için kandil olarak anılmaya başlayan bu kutsal gecelere kandil-i şerif denir. Ayrıca leyleyi kadir, leyleyi miraç, şeklinde  terkiplerle de anılır.

Hz. peygamberden üç yüz yıl sonra ilk kez Mısır’da Fatimiler döneminde Mevlit, dört yüz yıl sonra da Kudüs’de mirac, regaib ve berat geceleri, camilerde toplu halde yapılan ibadetlerle kutlanmaya başlandı.  Daha sonra bu kutlamalar İslam dünyasının bazı bölgelerine yayılarak gelenekleşti.

Kuran’da sadece kadir gecesi geçmektedir. Hz. peygamber döneminde bu gecede toplu halde ibadet anlayışları, kutsallaştırma ve kutlama olmamıştır.  Bir çok İslam bilgini ve hukukçusu hem bu gecelerin kutsallaştırılarak kutlanmasına hem de bu gecelerde toplu biçimde ibadet yapılmasına, bidat olduğu gerekçesiyle şiddetle karşı çıkmışlardır. Bilginlerin bu önleme ve sakındırma çabalarına rağmen bu gecelere duyulan ilgi azalmamış tam tersine artmıştır.

Yaygın bir gelenek durumuna geldikten sonra da kandiller hakkında tartışmalar sürmüştür. Bilginlerin bir çoğu şiddetle karşı çıkarken bir bölümü de kutlamaların “bidat” olduğunu kabul etmekle birlikte hasenliği (güzel gelenek) olduğunu söyleyerek cevaz vermiştir.

Günümüzde kandiller, mevlit, dua ve ibadetlerle kutlanmaktadır.  Bu kutlamalarda  bir senelik her şeyin rızıklarının bir gecede ayarlanması, bir gecede insanların affolunması, bir yıl  içerisinde gerçekleşecek olacak felaket ve iyiliklerin  bir akşamda belirlenmesi ve düzenlenmesi hatta peygamberin göklere çıkartılıp Allah’ın aratılması (miraç) gibi uydurulmuş bir sürü safsata anlatılmaktadır. Bu anlatılanları doğru kabul etmek öncelik olarak Allah’ın kanunları olan  tabiat kurallarına uymamak olur. Bu şekildeki anlatımların Kuran’la hiç bir alakası yoktur. 

Kuran’da Allah bir ayette “dininizi tamamladım”, başka bir ayette “onlar Allah’a dinini mi öğretiyorlar?” diyerek meydan okumaktadır. Hatta Hz Peygamber için “sen Kuran’ın dışında bir şey yaparsan şah damarını keseriz” denirken. Peygamber “Ben de sizin gibi bir beşerim ve bana ancak Kuran vahy olunuyor” demektedir. Hz Aişe’ye Peygamberin ahlakını soranlara Hz Aişe “siz Kuran okumuyor musunuz? Peygamberin ahlakı Kurandır.” Cevabını vermektedir.

Ne yazık ki  Hz Peygamberden sonra Kuran’da olmayan bidatler,  dinin bir gereğiymiş gibi gösterilmiştir.  Cemaleddin Efgani’nin sözü tam da yerinde değil mi ? “Hiçbir peygamber yoktur ki getirdiği din kendisinden sonra ters yüz edilmemiş olsun…”

Din, gündüzün ortasında, hayatın kalbinde atan bir din olmaktan çıkarılıp, el ayak çekilince, uykuya çekilip gece vakitlerinde hatırlanan bir “tapınak ve ayin” dini haline getirilmekte,

Gündüzü bırakarak ve Sokaktan çekilip gecelere ibadet anlayışı yüklemek dini geceye hapsetmektir.

İbadetin, “çalışma, üretme, meydana getirme” olmaktan çıkarılıp “ayin” haline sokulması gerekir. “Amel, “çaba, uğraş, eylem, hareket” olmaktan çıkarılıp “ritüel” haline dönüştürülmesi gerekir.

Gündüzün gerçek hayat mecralarınd, akan, adalet, iyilik, sözün namusu, doğruluk, dürüstlük, vefa, sevgi, merhamet, cihat ve zulme ve haksızlığa isyan yolu olarak değil; insanların, o da gecelerde dua, yakarış, kandil, ayin, tütsü, sır ve tılsım ihtiyacını karşılayan bir “sosyolojik fenomen” olarak görülmesi gerekir. Zaten din denilen şey esasında budur ve devlet ona bundan başka bir rol de vermemelidir!

Oysa İslam dininde ibadet, gündüz hayatın bütün  alanlarını kapsamaktadır. Yani İşcisi, memuru, amiri, komutanı, alimi çalışanı emeklisi vs. toplumun her kesimini kuşatan bir hayat biçimidir.Bu hayatta yapılanlara işlere ibadet denmektedir. Yani İslam çalışma, hareket ve yaşam dinidir. Gece, sadece gündüzü iyi geçirmek için bir dinlenme ve hazırlıktır.

Düşünceleri dondurmak ve kutsallaştırmak, yalnış kader inancı kapitalist düzenlerin  oyunudur.

 

 

 

[GÜNCEL]

Tatil değil stres günü

Hafta sonları dinlenme günü olarak bilinir. Ama bu sanıldığı gibi olmuyor. İnsanların önemli bir bölümü tatil günlerinin çok daha yoğun geçtiğini belirterek dinlenememekten şikayet ediyor. İngiltere'de yapılan araştırmada pazar gününün en stresli gün olduğu ortaya çıktı.

Dağ gibi biriken ev işleri, ertesi gün çalışma endişesi ve aile ile görüşme baskısı faktörleri bir araya getirildiğinde hafta sonunun zaten yarısı gitmiş oluyor. Ve bu koşuşturmanın hafta içi işte koşuşturmadan az kalır yanı da yok.

Araştırmaya katılanların yaklaşık üçte ikisi, yüzde 59'u pazar gününün hafta içi herhangi bir günden daha yoğun programı olduğunu söyledi. Yüzde 10'u pazar gününün ertesi gün iş başlayacak kaygısıyla geçirdiğini söyledi, yüzde 67'si bu kaygının günün herhangi bir anında geldiğini belirtti.

Katılımcıların yüzde 51'i pazar gününü "işleri tamamlama" günü olarak kabul ediyor. Televizyon kanalı Really'nin yaptığı çalışmada ortalama pazar gününün üç saat 36 dakikası ütü yapmak, çamaşır yıkamak, mutfak alışverişi ve temizlikle geçiyor.

Yetişkinlerin yüzde 35'i eğer eşi evde bir işin ucundan tut diyorsa dırdır yaptığını kabul ediyor. Araştırmaya katılanların üçte ikisi en az ayda bir diğer aile üyeleri ile bir araya gelindiğini belirtti. Ama beşte biri aile üyeleriyle sadece üç saat geçirdiğini söylüyor.

Araştırmada pazar gününün iki saati yemek hazırlamak ve pişirmekle, 26 dakikası yemekle, 3 saat 36 dakikası ev işleriyle, 2 saat 25 dakikası eğlence, çocukları dolaştırmakla geçiyor. Bu toplam olarak 8 saat 45 dakika demek.

                                                                                                                 Salim GENÇ      

                                                 

 

[SAĞLIK]

Suyun önemi ve su içme zamanı

Hasta değil susuzsunuz. İnsan vücudunun birçok dejeneratif hastalığının nedeni kronik su kaybıdır. Su kaybının ürettiği hastalıkların önlenmesinin ve tedavisinin yolu, düzenli su alımından geçmektedir.

Vücudunuzun günde minumum 6 ila 8 bardak suya ihtiyacı vardır. Alkolçay,kahve ve kafein içeren içecekler su yerine geçmez. Bunlar merkezi sinir sistem uyarıcılarıdır; aynı zamanda böbrekler üzerinde idrar söktürücü etkilerinden dolayı vücuttan su kaybettirirler. Vücudun su kaybının işareti ağız kuruluğudur.

Su içmek için en iyi saatler (peptik ülser hastalığında klinik olarak gözlemlenmiştir): yemek yemeden yarım saat önce bir bardak ve her yemekten 2,5 saat sonra yine aynı miktarda su. Yatmadan önce 2 bardak daha su alınmalıdır.

Su alımlarını yemek zamanlarına göre ayarlamak, kanın gıda alımı neticesinde yoğunlaşmasının önüne geçer. Kan yoğunlaştığı zaman etraftaki hücrelerden su çeker.

Cenin ve annenin susuzluk sinyali; hamileliğin ilk aşamasında, sabahları mide bulantısıdır.

Su kaybının belirli bir eşiğinde, vücut acil olarak su istediğinde hiçbir şey suyun yerine geçmez. Sudan başka hiçbir ilaç etkili değildir.

Artrit ağrısı, vücudun bölgesel susuzluk sinyallerinden biridir. Bazı artrit ağrılarında tuz sıkıntısı soruna katkıda bulunan önemli bir faktör olabilir. Migren baş ağrılarına su kaybı neden olmaktadır. Migrenle uğraşmanın en akıllı yolu düzenli su alarak hastalıktan korunmaktır. Alzheimer hastalığının temel nedeni, vücudun kronik su kaybıdır. Beyin hücresinin su kaybetmesi, Alzheimer hastalığının temel nedenir. Dispeptik ağrı(hazımsızlık ve mide yanması), vücudun su kaybının bir işaretidir, bir susuzluk sinyalidir.

Yüksek kan basıncı, vücudun bütünündeki su eksikliğine uyum sürecinin sonucudur. Vücuttaki damarlar, kan hacmindeki iniş-çıkışlar ve farklı damarların açılıp kapanması, doku gereksinimlerinin üstesinden gelmek üzere tasarlanmışlardır. Vücuttaki toplam sıvı hacmi azaldığında, ana damarlar açıklıklarını azaltırlar. Hipertansiyon günlük su alımında artışla tedavi edilmelidir. Tabi ki yeterli miktarda idrar üretiyorlarsa.

Tuz; vücut için en temel maddelerden biridir. İnsan vücudunun hayatiyetini sürdürebilmesi için en temel elementler önem sırasına göre, oksijen, su, tuz ve potasyumdur. Vücudun tuz içeriğinin %27 kadarı, kemiklerde kristal formda depolanır. Tuz kristallerinin kemikleri sertleştirmek için doğal olarak kullanıldığı söylenir. Dolayısıyla vücuttaki tuz eksikliği, osteoporozun gelişmesinden de sorumlu olabilir. Kandaki hayati normal seviyelerini korumak için, kemiklerden tuz alınacaktır.

Düşük tuz alımı, bazı hücrelerde asidite artışına katkıda bulunacaktır. Hücredeki yüksek asidite, DNA yapısında hasara yol açabilir ve bazı hücrelerde kanser oluşumu için başlatıcı bir mekanizma olabilir. Deneyler, azımsanamayacak sayıda kanser hastasının vücutlarındaki tuz seviyesinin düşük olduğunu göstermiştir.

Vücut su tutmak için tuz toplamaya başlar. Bu "ödem sıvısından" suyun bir kısmını süzebilir ve hücre zarından hücrelerin bazılarına "boşaltır". Su alımı artırıldığında, eğer tuz alımı artırılmazsa, vücudun tuz kaybedeceğini sakın unutmayın. Günde 6-10 bardak su içmeye başladıktan bir kaç gün sonra diyetinize bir miktar tuz ilave etmeyi düşünmeye başlamanız gerekir. Eğer geceleri kaslarınızda kramp hissetmeye başlıyorsanız, bilin ki vücudunuzda tuz eksilmeye başlıyordur. Günlük tuz alımı için her 10 bardak su için(yaklaşık 2 lt) kişi diyetine günde yarım çay kaşığı(yaklaşık 3 gr) rafine edilmemiş deniz tuzu eklemelidir. Tabi ki böbreklerin idrar üretip üretmediğinden emin olunması gerekir. Aksi takdirde vücut şişecektir.

                                                                                                          Bayram Ali KAZANCI

 

 

FIKRA

Temel bir gün bir dükkana girer ve hamsi ister. Tezgahtar, “Karadenizli misiniz” diye sorar. Temel sinirlenir. “Karadenizliyim ne olacak. Antep fıstığı istesem Antepli misin diye soracaksın, İzmir tulumu istesem İzmirli, kestane şekeri istesem Bursalı mı olacaktım?”

Tezgahtar “yoo” diye cevap verir.

Temel öfkeyle sürdürür sözlerini.

O zaman neden Karadenizli misin diye sordun?”

“Burası nalbur dükkanı da ondan!...”