Kadim dostum Hasan Ulaş ile o kadar görüp gezilecek yer dururken, kafamıza estiğinde arada bir hiç akla gelmeyecek yer ve mekânları gezeriz…

Çok affedersiniz ama buralara ne bok yemeye gittiğimizi bizde bilmeyiz çoğu zaman!

İnsanı ve insan ilişkilerini çürüten kapitalizmin; bizlere dayattığı insan-yaşam ilişkilerinden bir kaçış, kutsal arınma-derin düşünme merkezlerine sığınanlar misali bir arayış belki!

 İnsanın beyin kıvrımlarından başlayıp şiddetli bir baş ağrısına dönüşen zonklamaları, delirmiş kapitalizm ırmağının iç içe geçmiş çelişkileri çoğaltarak akan sularının, nihayetinde bir bataklığa dönüşmüş denizleri beslediğini düşünmenin yarattığı yürek sıkıntılarını unutuş belki de…

Gittiğimiz (yoksa kaçtığımız mı desem) bu yerler;  hala kendisine yabancılaşmamış insanlarına karıştığımız bir köy kahvesi, bazen devasa taşlarının arasında yaşam kırıntıları aradığımız ve insanlık tarihinin izlerini sürüp görmeye çalıştığımız tarihi bir kalıntı, bazen de insanın kendisiyle baş başa kalabilme olanağını yakaladığı ve piyasacıların hala keşfedemediği yerler olur…

Çoğunlukla nereye gittiğini ve ne aradığını bilememenin kararsızlığı içinde, telaşlı adımlarla sürekli bir yerlere koşturan insanların ayak izlerinin olmadığı bir tenha dağ başı, tenha bir sahil kenarı olur!      

2012 yılının Ağustos ayının böylesine bir gününde, Aydın İli’nin Yenihisar (Didim) İlçesinde bir hurdalıkta, hurdaların arasında dolaşırken buluyoruz kendimizi…

Bir şeyler alacağımızdan değil…

Küçük dağ tepecikleri oluşturmuş,  esrarengiz hurda yığınlarının arasında dolaşıyoruz.

Bir zamanlar; insanların yaşamlarına ihtişamla girmiş olan metalar dünyasının otomobil, buzdolabı, çamaşır makinesi, ranza, baza, batarya vb. görünümlü, değer özelliğini yitirmiş nesnelerin sefilliği arasında, bizlerden çalıp götürdükleri değerleri bulabileceğimizi mi düşünüyoruz?

Nedenini tam olarak tanımlayıp, net olarak açıklayamasam da; “Belki de!” diyorum sadece…

2013 yılının bir Mayıs sabahında, Zonguldak’ta bunları niye yazıyorum?

Ya da, ortada hiçbir şey yokken, durduk yerde ben mi yazıyorum?

“Yoksa!” diyorum…

Yoksa günden güne bir hurdaya, bir zamanlar gözbebeği olduğu düzenin değersiz bir nesnesine dönüşen bu maden şehrinde, bu şehre yaşam kattığını sanan ve günden güne yabancılaştığım hissine kapıldığım, fakat her gün aralarında dolaştığım hurdalaşmış olan insanlar mı yazdırıyor?

“Yoksa!” diyorum…

Yoksa bu şehirde yaşayan, ya da yaşadığını sanan!

Yoksa bu şehirde önemli bir yer tutup kaplayan, ya da önemli bir yer tutup kapladığını sanan!

Yoksa bir siyasi parti, bir dernek, bir sendika yöneticiliğini layıkıyla yapan, ya da yaptığını sanan!

Yoksa bir gazetenin köşe gönlerinden, Zonguldak’taki yaşam çarklarını tersine döndüren, ya da döndürdüğünü sanan!

“Yoksa!” diyorum…

Yoksa ülkemi saran savaş tam tamlarının sesleri arasında; ülkemde akilâne “Barış!” rüzgârları estiren, ya da estirdiğini sanan!

Yoksa polis copu, tazyikli su ve biber gazı bombardımanı altında; faşizmin korku imparatorluğunun kurumsallaştırıldığı ülkemin demokratikleştiğini iddia eden, ya da demokratikleştiğini sanan!

Yoksa sosyalizmsiz “akil” AKP devrimciliğini keşfedip, burnunun dibinde yangın yerine dönen taşeron cehenneminin belediye locasında intihara sürüklediği iki taşeron işçisini, umutsuz vakaya dönüşen Star işçilerini, sendikalaşmak isteyen ÇATES taşeron işçilerini görmeyen, ya da yok sanan şehrim insanlarının tümü hala işlevli de…

Yoksa ben ve benim gibiler mi hurdalaştı?

“Yoksa!” diyorum…

Yoksa bizler hala yaşıyor muyuz?