Haftasonu Çaydeğirmeni'ne bağlı Erenler Köyündeydik, orada kurulmak istenen HES'e hayır demek için. Bir hafta önce köylüyü, HES'lerin zararları konusunda bilgilendirmek üzere orada bulunan profesörün karşısında, bu defa yararlarını anlatmak üzere bir anlamda köylüyü iknaya yönelik firma yetkililerince düzenlenen bir toplantıydı bu. Köylünün bir kısmı çoktan ikna olmuş bir kısmı da asla ikna olacak gibi değildi. Ben bu yazıda yararlarını yada zararlarını konu etmeyeceğim. Dışarıdan biri olarak beni düşündüren bir kaç insan manzarasına değineceğim.

Bir masa kurulmuştu o sevimli düğün salonunun bir köşesine HES çilerin dizildiği. Bir başka köşede dönerler kesilip pilavla ikram edilmekteydi. Bir hafta önce profesör hanımın toplantısında nohut pilav ikram edilmişti. Belli ki, o toplantıya göndermede bulunmak, bir anlamda güc ve gövde gösterisi yapmak amacıyla döner pilav ikram etmek tercih edilmişti.

Toplantının ortalarında ellerinde pankartlarla köyün kadınları geldiler. Kendi şiveleriyle bağırıp, slogan atararak sularına sahip çıkıyorlardı. O dakikadan sonra toplantının seyri değişti. Masalarının etrafını saran kadınları birer birer dinlemeye, sinirlenmeden, sakinleştirmeye, çalıştılar. Arkalarına köyün erkeklerinin desteğini alan kadınlar, HES'çilerce, teknik terimler, istatiksel rakamlarla süslenmiş cümleler ve laf cambazlıklarıyla ikna edilmeye çalışıldı. Bir ara HES çilerin her biri bir grup insanla diyoloğa girmiş hararetli tartışmalar yapar haldeydi. Yalan söylüyorsun dediğini duydum HES'çilerden birinin. Dönüp baktığımda isyanını dile getiren bir köylüye hitaben konuştuğunu anladım. Endişelerini anlatmak için ona doğru hafif eğilen bedenlere karşı, o dimdik durmakta, göz seviyesini onlardan yukarıda tutmakta ve köylüye ithamını pekiştirmek için ellerini sürekli havaya kaldırıp indirmekteydi. Tek tel saç kalmamış kafası terlemiş,  güneşte parlamaktaydı. Köylüye ısrarla "yalan söylüyorsun" derken yüzündeki asabiyet ve hırs açıkca görülmekteydi. O an, o parlak kafatasına bi şaplak indirmek, haddini bil demek içimden geçmedi değil. Güç bende sende kim oluyorsun tavrı nasıl da itici ve samimiyetsizdi ve bir ara köylünün sesi yükseldiğinde, içlerinden biri, dayanamayıp "Buraya yemek yemeye gelmediniz mi?" şeklinde, insanların lokmalarını boğazına dizen bir cümle sarf etti. Seçim zamanlarında dağıtılan canlı tavuk karşılığı istenilen oy gibi döner dağıtılınca hayır denmemesi gerekiyordu. İlk olarak biz Türk milleti olarak misafirimize ikramımızı konuşmayız, bu yakışıksızlık anadolu da yapılmaz.  İkinci olarak, hiç bir devlet görevlisi ki, sürekli devlet görevli olduklarının altını çizmekteydiler, bir vatandaşı yalancılıkla itham edemez. Böyle bir tarzla konuşmaya, böylesi cümleler kurmaya hiç mi hiç hakkı yoktur. Bu düpedüz hakarettir. Devlet vatandaşına hakaret etmez. Devlet titrinin ardına sığınan bir takım yetkilerin sığlığından başka bir şey değildir bu. Bu davranış, ne yazık ki o kişiye değil devlete karşı bir eziklik ve belkide sevgisizlik duygusuna yol açmaktadır. Hiç bir devlet yetkilisi de devleti, vatandaşın gözünde bu duruma getirmeye cüret edemez, etmemelidir. Unutulmamalıdır ki, kimse efendi kimse de köle değildir. Ha, illa efendilik olacaksa Atatürk'ün dediği gibi köylüdür milletin efendisi, nokta.

Kadınlar asla vazgeçmediler isyanlarından ve HES'çilere konuşma fırsatı vermediler. toplantı yapılamadı. HES yapımı dolayısıyla derinleştirip, yeraltı sularının da dereye akması sağlandığından, insanların bahçelerini sulamak için açtıkları sondajlarda artık su kalmamıştı. Toplantı alanının 300 mt kadar uzağında, suyu epeyce azalmış ama henüz tam olarak bitmemiş bir çeşmeye kadar yürüdüm. Oradan su içtim, senelerdir çeşmeden su içmemiştim. Buz gibiydi. Sağlıklı ve doğal olanın tadı bir başka oluyor hakikaten. Dönüş yolunda yaşlı bir teyzeyle karşılaştım. Bir elinde baston niyetine, boyunu aşan uzunlukta bir değnekle yürümekteydi. Diğer elini arkasına, bükülmüş beline yaslamıştı. Selam verdim, o da bana gülümseyerek hoşgelmişsiniz dedi. Bunu söylerken üst damağının sağ tarafında dipte kalmış tek dişini gördüm. Buna rağmen ne kadar tatlı göründüğünü, ne güzel olduğunu anlatamam. Güzelliğin şekille alakalı bir kavram olmadığını bir kez daha anladım. Biraz sohbet ettik teyzemle. O da şikayetçiydi bu HES işinden. Oğluyla birlikte kalıyormuş. Bahçelerindeki sondaj kurumuş onların da. Derken hayatına dair söylemek istediklerini anlattı bir bir.  Bir oğlu varmış. Onunla kalıyormuş. Gelini iyiymiş, ama oğlu anasına öncelik verdiğinden biraz kıskanıyormuş. İşten geldiğinde bir yarım saat anasının dizinde yatmadan karısına bakmazmış, mırın kırın edince de küfür eder hırpalarmış karısını. Bunu anlatırken keyiften bir kaç kahkaha atınca, sağ damaktaki tek diş, öyle bir öne çıkıyordu ki, bir an fırlayıp gözüme saplanacak diye ödüm koptu ne yalan söyliyim. Çoğu kadın bir erkeğin hayatında birinci kadın olma ayrıcalığına sahip olma arzusuyla yanıp tutuşuyor. Kocalarında bunu sağlayamazlarsa, oğullarına bel bağlıyorlar. Çoğu kez, zamanında kendi kayınvalidelerinden gördükleri haksız muamelenin öcünü, kendi gelinlerine aynısını yaparak alıyorlar. Bir başka kadın daha vardı kocasından işkence gören. Bu kadın için üzülüyordu yaşlı teyze, "Hayvan bunun kocası hayvan, geberesi" diyordu. Oğlu, gelinini hırpalarken keyif içinde kıs kıs gülen bu teyze, şimdi de bu kadın için üzülüyordu. Hey Allah'ım aklıma mukayyet ol. Bu ne yaman çelişki.  

Kadınlar dünyayı şekillendiren yegane varlıklardır. Karısını döven erkeğin hamurunu da, ekmeğin hamurunu da biz kadınlar yoğuruyoruz. Kadının doğurganlığından alır ismini ANADOLU ve çoğalan herşeyi ifade eden kelimelerin ya başına ya sonuna muhakkak bir ANA gelir oturur. Dünyadaki tüm kötülükleri engelleyip masmavi gökyüzü altında pespembe bir tablo çizebilir, kötülüklerin değil güzelliklerin anası olabiliriz.  Eğer biz istersek dünyayı değiştirebiliriz. Haydi kadınlar, HES'çilere olduğu gibi tüm kötülüklere dur diyelim. İyilikler doğurup bağrımıza basalım. Sevgiyle sulayalım çiçeklerimizi, çocuklarımızı ve altındaki o muhteşem imza bizimkisi olsun.