Kozlu'da indim maden ocağına, bir daha da kısmet olmadı. Bir mühendis arkadaşımız vardı başka şehirden. Ondan sebep inmiştik. Gençtik. İşin eğlencesindeydik. İlk önce madende giyeceğimiz sabun kokulu, eski ama katlanmış giysileri elimize tutuşturarak bir oda gösterdiler bize üstümüzü değişmemiz için. Girdik ama, odaya değilde zaman tüneline girmiş gibi oldum. Seneler öncesindeydim sanki. Yüksek tavanlı bir odaydı bu. Odadaki herşey herkesten yaşlı ama işinin başındaydı. İşletmenin kurulduğu yıllarda imal edilmiş, oturma yerindeki deri döşeme sertleşip çatlamış, bu çatlaklardan da içine doldurulan saman sapları görülen, tahtasınının boyası ise kuruyup dökülmüş, eski tasarım bir iskemleye çöktüm. Giyindim. Farklı kokuyordu burası. Madencilerin, emeğin kokusu dedikleri bu olsa gerekti. Öylesine sinmişti ki eşyalara, duvarlara, atmosfere artık buraya has olmuştu. Bir garip duygu koridorundan geçerek, bizi madene indirecek asonsörde buldum kendimi. O an eğleneceğiz diye düşündüğüm için kendimden utandım. Kocaman bir asansöre doluştuk. Asansörün üstünde, tavanıyla duvarlarının arasında 2 karışlık kısımda açıklık vardı. İnerken yer katmanları görülebiliyordu. Asansör demir bir tabut gibiydi. Buz gibiydi hava. Ağır metallerden çıkan o sesleri duydukça, hangi kotta olduğumuzu gösteren rakamlar yükseldikçe ürktüm. Bu nasıl bir işti, nereye gidiliyordu. Tehlike daha burada insanın yüzünü yalıyordu ıslak ve soğuk diliyle. İçim ürperdi. Gözgöre göre yerin dibine iniyorduk. 200 - 300 derken 525 metrede durduk. Kocaman bir tüneldi burası. Tavandan geçen bir sürü kalın kabloların bir yerlerine asılı lambalarla aydınlatılan.  Yerde tren rayları. Deniz kokusu geldi burnuma sessiz bir rüzgarla birlikte. Galeri denilen yermiş burası. Rüzgar galeri boyunca devam etti hep. Güçlü bir şekilde havalandırılırmış galeriler.

Çok yıllar geçti üstünden. Hatırımda kalan kadarıyla, raylar üzerinde ilerleyen üstü düz demir bir vasıta geldi. Bu vasıtanın tam ortasında bir direk vardı, tavanda döşeli metal bir aksama temas eden. Hepimiz üstüne oturduk. Hareket etmeye başladı. Ara ara direk, üstteki rayın birleşim yerlerine değdikçe yüreğimi hoplatan çatırtı sesleri çıkartıyordu. Yol boyunca yüzleri seçilemeyen daha çok ruhları yorulmuş işçilerle karşılaştık. Ne bize rehberlik eden mühendis arkadaşımızın anlattıkları, ne sisli lambaların ışığı aydınlatmıyordu aslında bu zifiri karanlığı. Yeryüzünün renklerini buraya taşıyan yegane şeyler sağa sola yerleştirilmiş irili ufaklı cihazların üstündeki plastik butonlardı. Turuncu, kırmızı, güneş rengindeydi çoğu. Öldüm de mezara kondum diye düşündüğünde yaşadığını hatırlatan tek şey bu renkli butonlardı insana, ne yazık.

Madende yollar gittikçe daralıyordu. Kömürün damarlarında, bir işçinin kazma sallayarak açtığı, üretimin ilk basamağına, AYAK'lara gireceğimizi söyledi mühendisimiz. Ayak ağzında kömürün içine oyulmuş oda gibi bir yerdeydik şimdi. Karanlıktı burası çok. Saliseler geçtikçe karanlığa alışıyordu gözüm. Sol yanımda bir ses duydum. "Hoşgeldiniz bacım" Dönüp baktığımda iki göz beyazı gördüm. Sadece iki göz beyazı. Biraz daha dikkatli baktığımda karanlık sis bir nebze dağıldı. Üç kişiydiler. İkisi yere çökmüştü. Yerde serili soluk bir mendil üstünde parçalara ayrılmış ekmek, ortasından bölünmüş bir kaç domates, yeşil biber, peynir ve bu mendilin üstünden başka yerde asla seçilemeyecek bir avuç zeytin vardı. Yüzünün her bir noktası kapkara olan işçi, gözünün beyazıyla gülerek bizi buyur etti sofralarına. Boğazım düğümlendi. Yutkundum. Tek kelime edemedim. Bir damla yaş döküldü gözümden mendilin kenarına. Ben değil ama gözümün yaşı icabet etti bu, dünyanın en paha biçilmez davetine.

İşçilerin kaza kaza oydukları kendi beden ölçüleri kadarki ayaklardan birine girdik. Çıkarttılan kömürler ayakların sonundaki konveyör bantlarına aktarılıyordu. Bu bantlar, damla damla alın teriyle harmanlanan kürek kürek kömürlerin taşınıp, bir yerde toplanmasını sağlıyordu. Dikkatli olmamız hatırlatılıyordu sürekli. Birden ayağım kaydı. Bantın üzerindeki kovacıkların arasına girdi ayağım. Ben ayağımı, bir kaç kişi de beni çekti alelacele. Kurtuldum. Bende terledim ama benimkisi alın teri değil ecel teriydi.

Bir elmanın içindeki kurt gibiydik. Tek sıra halinde, yatar vaziyette ve daha çok kayarak iniyorduk açıklığa. Bir  yerinde iyice daraldı ayak ve ben orada sıkıştım.  Evet dedim, bunu ben istedim. Buraya kadarmış. Ortalarına denk gelen bir yerinde hayatımın, bir muhasebe yapmıştım, sonu isyanla biten. O gün bu gün tüm kararlarımı kendim verdim, tüm seçimlerimi kendim yaptım. Biraz ileri gitmiş olmalıyım ki sonumu da kendim hazırladım. Omuzlarımda sıralamada benden sonraki kişinin ayaklarının baskısını hissettiğimde bu cehennem dehlizinden kurtulmak içim çabalamaya başladım. Ayaktan çıktım. Bu esnada sıyrılan giysilerim yüzünden ayaklarım, karnım ve kollarım çizilmişti. Üstümü başımı silkeleyeyim dedim. Silkeledikçe çoğaldı karası kömürün, giysilerimde yüzümde gözümde.

Aynı yollardan geri döndük. Kaçar gibi değildim. Kaçmadım ama ardıma da bakamadım. Gözünün beyazına bakamazdım bir işçinin daha. Ciğerlerine dışarının rüzgarları doldurularak kandırılan, günü, güneşi, kömür duvarlarıyla perdelenmiş işçileri burada bırakıp gidiyor olmaktan utandım. Aynı demir asansörle, katlarının arasına yüzyıllar sıkışmış toprağı izleyerek çıktım.  Dışarıdaydım artık ama mutlu değildim. Aşağıda kaldı aklım yüreğim.

SOMA da da ömürleri kaldı insanlarımızın. Bebeler, çocuklar öksüz kaldı. Gencecik kadınlarımızın evinin direği, gemisinin küreği kırıldı. Maden ocağında yangın çıktı, kendi ocakları söndü bir bir. Mustafa'm diye bağırdı kadın. Ali'm dedi diğeri, İsmaili'm diyordu öbürü. Çığlık çığlığaydı, çocuklarımız diye haykırıyor, ağlıyordu koca ülke. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu Anadolu.

İktidarların görevi bu topraklardaki her bir vatandaşın, insan olarak her türlü hakkını,  can güvenliğini azami seviyede emniyet altına almak ve yasaların bu amaca yönelik, zamana uygun düzenlemelerle yenilenmesini temin etmektir. Daha ne bekliyoruz. Bu işi özel sektör beceremedi, beceremiyor. Ağır sanayinin dümeni kazanç odaklı ellere bırakılmamalı. Sapa sağlam, yerin dibine indirdiğimiz daha kaç canımızın evladımızın, son nefesini kömürün zehrine karıştıracağız.

Yaşamak her insanın en temel hakkıdır. SOMA yı düşündükçe yaşamaktan utanıyorum bu defa. Biz keyif sürelim diye öldüler, birileri  kazansın diye kaybettiler. Ruhlarınız şad olsun Mustafam, Ali'm, İsmail'im, Hasan'ım, mekanınız cennet olsun.