Bin yıldır spor salonlarına gider gelirim. İlk başta kilolarımdan kurtulmak isteğiyle başladım spora. Fakat bedenimi nasıl benimseyip mesken tutmuşlarsa artık, bu güne kadar bunu hiç beceremedim. Bir süre sonra fark ettim ki spor, bedeni yormak marifetiyle sağlanan en mükemmel ruhsal terapi aracı. Çok bilirim salona piskopatın önde gideni olarak girip, pamuk prenses yumuşaklığında çıktığımı. Bunu fark edince de zaten vazgeçilmezim oldu. Binaenaleyh Zonguldak’taki spor hocalarının hepsi beni iyi bilir. Hatta çoğu beni görünce sicilleri bozulacak korkusuyla sağır dilsiz taklidi yaparak ortamdan sıvışmaya bakarlar.

Şimdi efendim dedim ya İstanbul’un fethinden bu yana salonlara giderim diye, durum böyle olunca da seanslarda yerim hep hocanın sağında ve 1 adım gerisindeki bölge olarak sabitlenmiştir. Herkes bunu bilir ve kabul eder. Tabiki arada mızırdayanlar olmuştur fakat onlar yanlışlıkla enselerine indirilen bir dambıl darbesiyle bertaraf edilmişlerdir, ağnadabiliyur muyum? J  O sıralar gittiğim salonda, benim hemen sağ arkamda saf tutmakta olan balık etinden hallice Mehveş adında bir ev hanımı var. Tek maaşla kalabalık bir aile olarak geçinmeye çalışmaktalar. Yani zor bir yaşama ve dedikodulara bakılırsa sevmediği bir kocaya sahip. Öyle ki, yine rivayete göre yakın bir aile dostlarıyla yasak aşk yaşayarak ona müstesna iki boynuz takmış bi hatun. Göçük kaportası, gel-git aklı ve vara yoğa gülen haliyle “aa ne pozitif kadın” dan ziyade “ne iş len bu” dedirten tarzda biri. Mehveş'cik tüm yarım akıllıların olduğu gibi beni bir seviyor bir seviyor anlatamam yani. Salona girer girmez gözleri beni arayıp buluyor ve sevinçle gülerek hemen arkamdaki yerini alıyor. Ev hanımı olduğundan da seansa hep son anda ve kan ter içinde yetişiyor. Bahanesi de hep aynı, ocağa yemek koymak. O gün de aynı telaş ve yine o manasız kakırdak haliyle geldi arkamda saf tuttu. Salon dar ve havasız. Mevsim kış ama salon feci sıcak. Seansa başlar başlamaz da haliyle  millet buram buram terlemeye başladı. Müziğin ritmiyle sağa sola koşturup dururken, hafiften bir soğan, bir sarımsak kokusu geldi burnuma. Allahallah, derken, az sonra bu karışıma bir de domates kokusu eklendi. Step-aerobik yapıyoruz ya, kah ayaklarımıza eğilip kalkıyoruz, kah bacaklarımızı kertenkele dili gibi tavana doğru sallayıp geri çekiyoruz filan. (ıyy ne bu ya,  tahayyül ediyim dedim dudağım uçukladı) Biz tüm bunları yaparken, koku da gittikçe ağırlaştı. Birileri salonda kazan kazan menemen kaynatıyormuşcasına keskinleşti. Haliyle kimden yayıldığına dair şiddetli bir merak uyandı bende. Aklıma, az evvel ocağa yemek koyduğundan bahseden kolluk kuvvetim Mehveş geldi. Evet kesinlikle kaynak Mehveş'ti. Demek, bütün gün devrile devrile yatıp, son anda yemek yapmak için fırlamış ve yapa yapa da menemen yapmıştı tembel. Bir ara fena midem bulandı, fakat öyle bir kaptırmışım ki, Nadya Komaneci misali jimnastik adına ne varsa icra ederken gözlerimin önünde, yeşil çayırlar belirdi. Beyaz papatyalar pıtıramıştı çimenlerin arasında ve  onları yiyen sepsevimli inekcikler uhrevi bir melodi eşliğinde möleşmekteydiler. Geviş getirmekle meşgul mutlu suratlarını okşamak isteğiyle elimi uzattım. Fakat o da neydi, onlar da menemen kokuyordu. Birden müzik değişti ve ben kendimi, boydan boya ayna duvarın birine yapışmış, gül cemalimin aksini okşarken buldum. Anladımki oksijensizlikten öte aleme bir gidip gelmiştim ben. O günkü seansı gözlerimin biri yerde biri gökte tamamladım. Fakat çok sinirlendim. Bir çok kişi spora gelirken temiz olmayı saçma bulur. Nasılsa orada da terleyeceğim diyerek temizlik işini sonraya bırakır. Bu yüzden salonların kendine has ağır bir kokusu vardır. Bunu biliriz, bir yere kadar mecburiyetten kabul de ederiz ama bu kadarı da fazlaydı artık.

Ertesi seans Mehveş yine, yemeği son anda ocağa koymuş, eşofmanlarını totosuna yolda geçirip, zor yetişmişti seansa. Ardımdaki yerini alıp nefes nefese başladı spor yapmaya. Akabinde menemen kokusunu ter kokusuyla çok hassas bir oranda karıştırarak elde ettiği, kainatın en göz kaydırıcı, nefes borusu tıkayıcı, damar zorlayıcı kokusunu yaymaya başladı. Bu seans sonunda da sinir küpüydüm. Bu duruma bir son vermesini sağlamak amacıyla uyarmalıydım. Böyle devam edersen sabah akşam menemen yemekten ev ahalisini hakkın rahmetine kavuşturacak, bizlere de keçileri kaçırttıracaksın demek istiyordum. Fakat ne mümkün, sanki hissetmiş gibi o da bana her zamankinden daha samimi davranıyor tüm yolları bir bir kapatıyordu. Ona söyleyemiyor ama onun dışındaki herkese  şikayetimi öfkeli bir şekilde dile getiriyordum. Ah ah, bilse ki o beni sevip dostluk kurmaya çalıştıkça ben ona kezzap atarak kırklamak istiyordum. Hakkında atıp tutmadığım şey kalmamıştı.

Bu terane yaklaşık 6 seansa tekabül eden bir süre, yani 15 gün aynen devam etti. Bende artık sabır kalmadı. Son gün, seansı bitiremedim. Homurdanarak terkettim salonu. “Ayıp yahu, yuh be” filan diye kendi kendime söylenerek duş aldım, aynı kızgınlıkla giyindim. Tam çıkacakken, en arkalarda saf tutan Cevriye adında bir arkadaş “Ülkü” dedi “Çarşıya kadar seninle gelebilir miyim”. 15 gündür ilk defa arabamla gelmiştim salona. "Hay hay" dedim ve birlikte bindik arabaya. Güzel güzel gidiyorduk ki, birden gözlerimi yuvalarından çıkaran o gerçeği fark ettim. Aynı koku arabayı da sarmıştı. Evet evet Cevriye'den geliyordu koku. Olamazdı. Ne kadar da pirupak görünüyordu oysa.  Kafayı sıyıracak kadar oldum.  15 gündür ben, dünya tatlısı, sevgi kelebeği, masum melaike Mehveş'ciğimin günahını alıp duruyorken, Cevriye denen bu kadın her seansa menemen tavasıyla yatıp yuvarlanark geliyormuş meğer.

Evet acilen bir plan değişikliği yaptım ve uygulamaya koyuldum. Sonraki hafta devam edeceğim, komplo teorileri, gizemli kumpaslar ve entrikalarla dolu yazıya kadar yürek ağızda olacağınızdan kuşkum yok. O bakımdan aman diyim heyecanlanıpta ısırmayasınız, mazallah dil ısırmaya benzemez, apar topar biniverirsiniz dört kolluya.