Vücudumdaki tüm kanın çekildiğini hissettim izlerken… Adım adım yükselen tansiyonum, önünde karıncalar uçuşturduğu gözlerimi kararttı bir an… Ensemden yükselen dayanılmaz ağrı cehennemi bir sıcaklıkla hücum etti beynime… Başımın zonklamasına aldırmadan, durdum, derin bir soluk aldım… Devletin en ceberut haliyle sergilediği “kahhar gücü” karşısındaki çaresizliğimle, kahrolası aczime isyan ettim; ilendim kendi kendime, öfkeyle savurduğum küfürlere akmasına engel olamadığım gözyaşlarım eşlik etti… Olmadı… Ne yaptımsa bastıramadım içimdeki acıyı…

Görüntüler korkunçtu… Cumartesi annelerinin Galatasaray Meydanı’ndaki 700. buluşmasını engellemek isteyen polis, etrafta toplananlara, bir işgal ordusunun askeri gibi davranıyordu adeta… Hakaret ediyor, “lanlı”, “yavşaklı” ifadelerle sesleniyordu… Yetinmiyor, yetkisini aştığını ikaz edenlere, büyük bir özgüvenle, “Yaparım lan n’olacak” diye babalanıyordu… Sivil giyimli, kara gözlüklü, kara sakallı birileri, kamu güvenliğini sağlamakla görevli memurunun hoşgörüsü ne kelime, şiddeti kutsayan filmlerdeki psikopat tiplerin abartısıyla saldırıyordu oraya buraya… 

O GÜN GALATASARAY’DA, HUKUK GİBİ DEVLET AKLI DA YOKTU

700 haftadır orada toplananlar yitiklere karışan evladını arayanlara yakışan bir vakarla davranmıştı oysa… 699 buluşmanın hiçbirinde, ülkenin siyasal konjonktürüne dayalı olarak ayranı kabaran güvenlik güçlerinin vicdan sızlatan müdahaleleri dışında en küçük bir olay yaşanmamıştı… Barışçıl gösteri herkes için haktı ayrıca… Hukuk, “Barışçıl toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı demokratik bir toplumda temel haklardan biridir…  Aynı ifade özgürlüğü gibi, demokratik toplumun temellerinden birini teşkil eder... İste bu sebeple bu hak dar yoruma tabi tutulamaz” diyordu sözüm ona…

Ama o gün Galatasaray’da, hukuk gibi devlet aklı da yoktu... Üç kişinin bir araya gelmesinden korkan, anaların çocukları için adalet aramasından rahatsızlık duyan sağduyusunu kaybetmiş bir iktidarın hırsıyla, onun, vatandaşına işgal ordusu askeri gibi davranan kolluk gücü vardı yalnızca… Bu güç her türlü hak arayışını, sözcüğün tam anlamıyla, zulüm uygulayarak yasaklıyordu herkese… 80-85 yaşındaki bağrı yanık anaları yaka paça gözaltına almaktan, onlara biber gazı sıkıp otomatiğe bağlanmış silahlarla plastik mermi atmaktan çekinmeyen kara vicdanların uyguladığı bir zulümdü bu…

DÜNYA DURDUKÇA YAPTIKLARI BU ZULÜMLE ANILACAKLAR

Çok utandım o gün… İçimde zaten bin bir parça olan adalet duygusu onulmaz yaralar aldı… 6 Şubat 2011’de, cumartesi anneleri adına görüştüğü Berfo anaya hiçbir mazeretin arkasına sığınmadan tüm faili meçhul cinayetleri aydınlatacaklarını söyleyen Erdoğan’ın riyakârlığına hayret ettim bir kez daha… Merak ediyorum, o günlerde,  “Tüm cumartesi annelerinin acısını ben de paylaşıyorum. Hiçbir insanın akıbeti bu olmamalıdır. Bundan sonra başka Berfo anneler olmasın. Tüm kayıp yakınlarına Allah’tan sabır diliyorum” diyen Emine Erdoğan şimdi ne düşünüyor acaba? Vicdanı rahat mı? Aynı gönül huzuruyla yönelebiliyor mu kıbleye?

Yaşar Kemal, “Demir olsaydım çürürdüm, toprak oldum dayandım” demişti zulüm karşısında… Emin olun aynı duyguyla ayaktayım… Biliyorum ki anaların bunca ahını alanların ne sarayları, ne panzerleri, ne de emrindeki kolluk güçleri kalabilir ayakta… Yazsınlar bir kenara: İçişleri bakanından daha çok mahallenin kabadayısı olmaya özenen Süleyman Soylu’ya da kalmayacak bu ülke, sahibi Erdoğan’a da… Tüm faniler gibi onlar da çekip gidecekler bu dünyadan... Ama bu dünya durdukça yaptıkları bu zulümle anılacaklar…  Bu utanç peşlerini hep takip edecek…  Vicdan sahibi herkes “zalim” diye not etti bir kenara çünkü…