Kahraman Maraş, Gaziantep, Adıyaman, Malatya, Hatay, Diyarbakır, Şanlı Urfa, Osmaniye,  Kilis ve Adana! 
Geçmiş olsun Türkiye’m.
Cümle kurmak, içinden geçenleri satırlara dökmek hiç bu kadar zor olmamıştı doğrusu.
Acıya sarılmış yüreklerle, hop oturup hop kalkıyoruz saatlerdir. Başımız kuruda evet ama yürek, mesafelerin uzaklığına bakmaksızın buz kesiyor.
Dün yazmam gerekiyordu köşe yazısını ne mümkün, oturdum masanın başına başladım karalamaya ama bir türlü sonu gelmedi ne yalan söyleyeyim anlamsız geldi yazmak. Acıya merhem olamamak var ya, orada durdu işte zaman. Zaten sözün kıymeti de yok ki hanidir.
Bugün biraz daha cesaretimi toplayıp ağır ağır içime sığmayanları karalamaya çalışıyorum, hoş yine merhem olmayacak acıya ama bu defa kendi içimi dökmeye de ihtiyaç var doğrusu, tabii sonunu getirebilirsem. Zira neredeyse her cümleyi yine bir önceki gün gibi sonlandırmadan siliyor ve yeniden dönüyorum başa. Klavyenin üstünde duran tuzlu gözyaşları da eşlik ediyor bu çaresizliğime.
Yeni acılar ve çaresizlik, daha önce yaşayıp içinde sakladığın acıları da tetikliyor, inanın ben bu duyguyu bu çaresizliği biliyorum diyorsunuz. Nasıl mı? Anlatırım az sonra.
Doğal felaketler, hazırlıksız yakalandığımız, baş edemediğimiz acı deneyimler yaşatıyor beraberinde. Kendi başına gelmeyeceğini düşünüyor ilk önce insan her nedense ama yanılıyor. Adı başka ama acı aynı acı oysa. 
Bir de toplum olarak sanırım biraz bedava yaşamaya meyilliyiz ya hani, bize bir şey olmaz şuursuzluğumuzda vardır inkâr etmeyelim…
 Önlemini almak, doğal felaketlerle,” yangın, sel, deprem”  baş edebilmek imkânsız diyorlar ve nedenlerini sorgulayan cümleleri insanın boğazına tıkıyorlar. Doğru mudur takdir sizin.
Günün keşmekeşinden hayat mücadelesinden yahut yetkilendirilen kişilere teslimiyetten, ne zihnini nede bedenini yormak istemiyor artık insan çünkü zaten yorgun ve bezgin dâhil oluyor her an yaşamın içine.
Son yüzyılın en büyük felaketleri yaşanıyor art arda. Doğal felaketlerin yanında bir de biyolojik savaş veriyor bu yüzyıl.
Sistemin kurulumunda bir sorun olduğu o kadar aşikâr ki, yapabileceklerine sorunların üstesinden gelebileceğine inanmıyor insan haliyle. Yine de bir yol arayışında olmak zorunluluğu boynumuzun borcu.
Koordine olabilmek, doğal felaketlere hazırlıklı olmak gibi sorumluluk bilincini olgunlaştırmak emek isteyen şeyler, biz dayatılan zorunlulukları da pek sevmeyiz ama uyum sağlarız farkına varamadan.
Yetkililer bu aşamada ne yapar ne düşünüyor bunu anlamak zor çünkü akıl zihin herkeste çok yorgun.
Seçtiklerimizin beceriksizliğine, seçecek olduklarımızı eklemek için gün sayıyoruz, baksanıza seçime doğru yol alıyor ülke. 
Yirminci yüzyılda, teknolojinin kendini aştığı bir zaman diliminde, sen doğal olan olmayan felaketlere aciz kalıyorsun ya ey yaşlı dünya yazık sana. 
Bunun yanında asıl önemli mesele yardım ulaştırma sınavı veriyor olmamız koşulların olumsuzluğu buna etken sayılabilir ama şaşkınlığımızı da göz ardı etmeyelim. Bu depreminde önüne geçti doğrusu.
Kulağını kendi insanına tıkayanlarla hiçbir zaman bir adım öteye gidilmez, bakın geri sayımdayız. Aciz kaldık işte daha ne olsun.
Daha bir yıl öncesi Kastamonu Bozkurt ilçesinde yaşanan sel felaketinde de aynı duygularla mıhlanıp kalmıştık olduğumuz yere. Çünkü benim atalarımın, dedelerimin, ninelerimin toprağındaydı felaket haliyle ateş bire bir düşmüştü içimize. 
İhmalkârlık olduğu, iş bilmezliğin neticesinde yaşandığı hala daha söylenir durur. Yetkililer yine kabul etmezler çünkü “suç kürk olsa kimse üstüne giymez” diyen de benim atalarımdı.
Bizlerle birlikte sel felaketinde binlerce yürek aynı acıya ve çaresizliğe eşlik etti evet, adeta seferberlik ilan edildi ve yardımların ardı arkası kesilmedi, sonra bıçak gibi kesildi. Gelin görün ki ilçe kendini hala toplayamadı hala daha bir düzene giremedi. Yaşadığıyla acısıyla kaldı, üstelik felaketin tekrarından hala daha korkuluyor.
Şimdi ise yüzyılın en büyük felaketiyle boğuşuyor Ülkem. Bir ilçenin yaşadığıyla elbette mukayese edilemez ama hani şu ateş meselesi var ya, işte tam da burada düğümleniyor duygular.
Neye üzüleceğini şaşırıyor insan, ateş düştüğü yeri yakıyor sözü, her ne kadar doğru olsa da, o ateşi yine birlikte acıya ortak olma duyarlılığı gösteren çokluklarla söndürüyorsunuz. 
Ben kimim ki elimden ne gelir demediğinizde birlik beraberlik adımları atılıyor.
Depremin vurduğu Ülkemin basın yayın organlarında gözümüz kulağımız. Felaketin büyüklüğü tartışma götürmez. Yerbilimcilerin uyarıları, biz söyledik, önlem alınsın dedik, söylemleri neredeyse hep bir ağızdan telaffuz ediliyor. Bir fikri olana ve onu zikredene tahammül etmeyi öğrenmek zorundayız üzgünüm.
Müteahhitlerin hırsları, az malzemeyle çok iş yapma kurnazlıkları ve buna göz yumanlar yüzünden binlerce aile kan ağlıyor kan. Ulaşım erişim konusunda yardım ekiplerinin yetersizliği her satır başı sözde, yazıda kendini gösteriyor, buda ayrı bir acı yaratıyor haliyle.
Olan oldu şuursuzluğunu bırakalım ne olursunuz, siyasilerin birbirini suçlamalarından bıktık. İşini iyi yapmayanlardan bıktık. Kurtarılmayı bekleyen yüzlerce insanımıza geç kalınmasın yalvarışındayız.
Kadere topu atmak vicdanları rahatlatıyor mu acaba?