Bu gün sizlerle dünyanın içinden çıkılmaz hal alan keşmekeşinden bir parça uzaklaşıp,  duygu dünyamızda ki erozyondan söz etmek istedim.
Biz İnsanlar düşünebilen, konuşabilen özelliğimiz ile var olan tüm canlılardan ayrışıyoruz çünkü biz duygularımızı ifade edebiliyoruz. 
Dünyada ki tüm canlıların koordinatları yüklenirken, içinden geçmekte olduğumuz zamana fayda sağlayabilmemiz adına,  farklı özelliklerle neredeyse tümümüz bir nevi görevlendirilmişiz diye düşünüyorum.
Kendi sistemimizde de ikiye ayrılmışız, bir yanımız duygusallık, diğer yanımızda mantık ile biçimlendirilmiş ve oranı da genetik geçişlere bağlanmış. Bu yüzden huylarımız, bakış açılarımız en yakınımızda olanlardan başlayarak, köklerimizle ile hep mukayese edilir.
Coğrafi koşullar da bir bakıma bu konuda etkendir. 
“Sistemin oluşturduğu dişlilerin çarkı gibi birbirine bağlı aslında yaşamakta olduğumuz her şey...”
Ve artık biliyoruz ki duygusal tarafı ağır basanlar mantığını çoğu zaman ikinci plana iter, bunun tersi de mantığını öncelik olarak hayata geçirenler için söylenebilir. Ama ikisi birbiri olmadan hep eksik kalır.
Günümüzde yaşamakta olduğumuz her şey, bu gezegenin tıpkı geçmişinde ki yaşanmışlıklarıyla aynı seyirde akıp gidiyor aslında, tek farkımız biz bu günü yaşayarak birebir deneyimliyoruz.
Bu günün olanına bitenine ve duygusuna vakıfız, kalanı ise başkalarının gözlemleri sonucu arşive düşen yaşanmışlıklar, aslında tecrübeler. Belki yaşamdan süzülenler taraflı bir bakış açısıyla tarihe not düşülmüştür, bunu bilemeyiz. O yüzden yaşadığımız an çok kıymetli çünkü bizler bu anın şahitleriyiz.
Ne geçmiş bu günümüzden daha iyiydi, ne de gelecek altın çağı olacak bu dünyanın. İyiyi kötünün içinden, sevinçleri de acının içinden ayıklayarak yaşanası kılıyoruz ânımızı. 
Hep içinden geçmekte olduğumuz zamandan şikâyet edeceğiz ve hep geçmişe eskiye özlem duyacağız. Ve daima işin kolayına kaçacağız, çok az bir azınlık dışında çoğumuz hazıra konma eğiliminde değil miyiz sizce de?
Sil baştan cesareti ne zaman önceliğimiz oldu ki. Denediklerimiz bile asılı kaldı günün şakaklarında.
Duygusal yaratıklarız biz sanata meyledenler, duygularımızla birlikte hareket ediyoruz mantığımız zorlasa da kalp sesine yeniliyoruz. 
Biliyoruz ki sanatçı duygusallığı sayesinde varlık gösterir ve üretir.  Öfke patlamaları sayesinde de sanat doğurur elbette, ama daha çok sevgiye sevdalanmaya, aşka dair eserler koyar ortaya.
Aşkın içinde de acı vardır çünkü.
Ozanlarımızda sevdanın peşine düşmüştür yaşadıkları zaman diliminde, günümüz şairleri de sevdanın peşinden gidiyor, gidecek. 
Sevdaya dair bütün sözcükler masumdur. Hangi cins kullanırsa kullansın verdiği mesaj duyguya dair insana ve yaşama dairdir çünkü.   
Dil farklılıkları sadece zenginliğimizi simgeler. Yârim demekle sevgilim demek arasında bir fark yoktur örneğin. Sevda ve aşk birbirinin aynısıdır. Dudaktan öpmek ve yanağa kondurulan bir öpücükte sevginin dışa vurumudur eyleme dökülenidir.
Biz yetişkinler bizi leyleklerin getirmediğini biliyoruz, bildiğimiz bir şeyi toplumu ayrıştırmadan dillendirmek de sanata dair izlenen bir yol diye düşünüyorum. Ayıpsızdır sanat, bir ressam “nü” bir tablo yaptığında utanç duymaz, ona modellik yapan model de utanmaz örneğin.
Üreme, cinsellik erotizm gibi kavramları da sanatın dışında tutamayız çünkü onlarda insana ve yaşama dairdir. 
Dünyadaki neredeyse tüm canlılar çiftleşir ve biz insanlar da birbirimize âşık oluruz.
Ve sonrada duygularımızı salarız evrene, ya bir şiir olur, ya bir şarkı yahut bir tuvale düşer aşk ve beyazperde de sahnede canlı tutar kendini sanat olur.
Ayıp yasak günah değildir mesela sevmek. Ve sevda üstüne söz söylemek dahası eyleme geçmek de ayıp değildir.
Cinsiyetsizdir aynı zamanda bana göre sanat, ne erkeğin tekelinde, nede kadına özgü bir simge olarak ayrıştırılmamalıdır. Lirik şiir yazmak ve içeriğinde aşktan dem vurmak, tu-kaka bir şey değildir ki. Bunu erkek şairler, yazarlar, ressamlar ürettiklerinde de adı sanat olur, bir kadın şair, yazar, ressam ürettiğinde de adı sanat olur.
Hayatımızın bir döneminde aşka tutulmuşuzdur kabul edelim. Mantığıyla hareket edenler bile kalbinin esiri olmuştur mutlaka.
Biliyor musunuz beynimiz kalbimize komut verir diyor uzmanlar, kalp beyinden bağımsız hareket edemez.
Mümin Sekman’ın “Her Şey Seninle Başlar” kitabı beni yazarlığa cesaretlendirmiştir, yine aynı yazarın “Her Şey Beyinde Başlar” kitabı da yazar ile yaptığımız bir konuşmamızda beni zihinsel bir sınava tabi tutmuştur. 
Daha önce de bu konudan söz etmiştim, yazar bana, aşkın kalp de mi beyin de mi başladığını sormuştu, ben ise hiç düşünmeden kalp cevabını vermiştim.
Duygusallığımızı kalbimizin bir marifeti olarak kanıksamışken, aşkın beynimizde başladığı gerçeğini duymak ve buna kabul göstermek bi -hayli zorlamıştı beni. 
Nasıl yani duygularımız kalbimiz sayesinde güm güm atmıyor mu, kızarmıyor mu? Hayır demişti tıpkı tüm bedenimizde olduğu gibi kalbimize de beynimiz komut veriyor, cevabını almıştım.
Hani yukarıda söz ettiğim insana dair o iki konu var ya, işte aslında onların beynimizin marifeti olduğunu ve bu çalışmanın bilimsel bir çalışma olduğunu duymak, mantık ve duygu ikilisinin aslında birbirleriyle bir bütün olduğunu öğretti yıllar sonra.
Bütün bu laf kalabalığının özü şöyle sevgili dostlar; Aşk biz insanlar için var olma, yaşamdan haz alma eylemidir. İnsan bedeni bu duyguya eşlik ettiğinde ise değerinden, ederinden hiçbir şey kaybetmez. Aşkın sevdanın kendini sanatın kucağında bulması da sanata kattığı değer içindir. 
Şiire şarkıya düşen her kelime kutsaldır, altında art niyet aranmasın. Erkek şairler ve kadın şairler ayrımını yapmaz aşk, her ikisinde de beyin ve kalp bulunur çünkü.
Duyguların katili olmaya özenmesin hiç kimse olur mu? Ortak kullandığımız değerlerimizdir sanatın her dalı. Din dil ırk ayrımı yapmaksızın ister yazılı, ister sözlü, ister bedensel olsun, ortaya çıkan her eser kutsaldır. Ve sanatın ana teması duygusallık içerir, mantık ise ona hep eşlik eder.