Şu sıralarda yaşadığım inanılmaz yoğunluktan dolayı periyodumu uzun zamandan beri ilk kez bu kadar aksattım, üst üste iki yazı günümü pas geçtim… Gazetede sayfaları doldurup bir an önce matbaaya gönderme telaşındaki arkadaşlarım dışında kimse farkına varmasa da, kişisel tarihimin kara bir sayfalarından biri bu… “Kara sayfa” diyorum, birincisi kendi iç disiplinimden uzaklaştığımı, ikincisi de iyice tembelleştiğimi gösteriyor çünkü… Yaşlanmanın, üst üste yaşadığım hayal kırıklıkların, hayatın omzuma yüklediği yorgunlukların payı da çok bunda elbette…
 
Zonguldakbilgi’de yayımlanan fi tarihli bir yazımda, "Biliyorsunuz TTK’de işçi olarak çalışıyorum. Cumartesi günü dahil haftanın altı günü tam zamanlı olarak işyerindeyim. Yüzüm her gün kömür karası olmasa da, iş tulumum üzerimde duruyor 8 saat. ZOKEV ve başkaca sivil toplum örgütlerinde aktif olarak görev yapıyorum. Halkın Sesi’ne haftada iki yazı veriyorum. İki çocuğum var ve onların pek çok meselesi ile de meşgul olmaya çalışıyorum. Buna karşın üstlendiğim toplumsal görevleri, yüksünmeden, üşenmeden, gücenmeden, en önemlisi de istikrarlı biçimde yerine getirmeye çalışıyorum” demişim… 
 
YAZARLIK, HELE DE EDEBİYATÇILIK GİBİ BİR İDDİAM HİÇ OLMADI
Çoktan unutup gittiğim bu yazıyı, sağ olsun, sevgili ağabeyim Mustafa Kademoğlu, sosyal medya adresinde paylaşmış bugün… İyice düşen performansımı anlatma fırsatı verdiği için alıntıladığım yazıda, her halükârda görevini yetirdiğine inanmış bir insanın ferahfeza ruh hali var… Epey de iddialı doğrusu… Ancak aynı iddiayı bugün taşımam mümkün değil… Ne üyesi olduğum sivil toplum örgütlerine yeterince zaman ayırabiliyorum, ne de okumaya… Çocuklarıma ayırdığım zaman neredeyse sıfıra çıktı… Kızım kent dışında, oğlum kendi halinde sınava hazırlanıyor zaten… Ama yazılar aksıyor…
 
Daha önce de yazdım defalarca, gazeteci değilim… Yazarlık, hele de edebiyatçılık gibi bir iddiam hiç olmadı… Bencileyin gün akşama kadar başka işler peşinde koşup, ancak “boş vakitlerinde okuyabilen” zavallıdan yazar da, edebiyatçı da olmaz kesinlikle… Yazarlık bir heves değil, her anı başka bir boyutta yaşanması gereken bir yaşam biçimi ayrıca… Yazarın dünyevi tüm hırslardan, hayat gailelerinden azade olması gerekir bu yüzden… Bu da yetmez, ciddi bir entelektüel birikim, derinlikli düşünme yetisi, hınzır bir zekâ, en önemlisi de aklın sınırlarını zorlayan bir yaratıcılıkla desteklemesi şarttır üretimlerini…
 
BİZİM KÖYE DE BİR ABDURRAHMAN ÇELEBİ LAZIM
En fazla bir yazı heveskârı sayılabilecek bencileyin ümmide, cahil cesaretinin dışında, hiçbiri yok ne yazık ki... Ne yalan söyleyeyim, haddimi aşıp heveslerime yenilerek bazı edebiyat dergilerine yazı yolladım geçtiğimiz yıllarda… Editörlerinin yazı isteme gafletinde bulunduğundan olacak, birçoğu yayımlandı da… Kimilerini okurken inanın yüzüm kızarıyor şimdi… Kelam ustalarının elinden çıkan ürünlerin yanında isli kandil gibi duran o yazıların fikri derinliği sığ suların ötesine geçemediği gibi, yazınsal niteliği de sözcüğün tam anlamıyla yerlerde sürünüyor çünkü… 
 
Çapımı, çeperimi öğreneli beri kültür edebiyat dergilerine çok istisnai haller dışında yazı vermiyorum… Tüm hünersizliğime karşın, bu köşedeki yazılarımı ise ısrarla sürdürüyorum, bizim köye de bir Abdurrahman Çelebi lazım çünkü… Birikimi, entelektüel düzeyi benden çok daha ileride tanıdığım birçok insan, bu ilde, yerele dair kalem oynatmıyor nedense… Tam da bu nedenle kentsel itirazları yükselten alternatif sesler çok cılız çıkıyor… Bana da iskambil masalarındaki “mecburcular” gibi boşluk doldurmak kalıyor… İki heves, kırk kalas bir adamın neden yazdığını bilmem anlatabildim mi?