İşe ilk girdiğim yıllarda, çalıştığım birimde, alkol bağımlılığıyla bilinen Cevher  adında sorunlu biri vardı. Sürekli tüttürdüğü sigarasını, ağız hizasında tutabilmek için bir kolu dirseğinden kırık, diğer eli cebinde, çok mühim memleket meselelerini çözmeye çalışırmışcasına meşgul bir halde, kan çanağı gözleri, harap olmuş suratıyla koridorları arşınlar dururdu. Ha bu arada üstündeki gömleğin yakaları kaldırılmış ve boynunda da muhakkak canti bir fular olurdu. Virane bedenini, dik yakalarıyla yalanlama çabasındaydı aslında. Bağımlılığı yüzünden alacağı ihtarları ve işiteceği eleştirel söylemleri, kaynağında engellemek için, agresif, asabi ve bilinmeyen bir hıncı çıkarmak için fırsat kollayan  halet-i ruhiyesi, birlikte çalıştığımız süre zarfında beni hep irrite etmiştir. Adeta eski türk filmlerinde sıkca gördüğümüz zengin fakat kötü kalpli karakterlerin vazgeçilmez oyuncusu Önder Somer in bizim işyerindeki şubesi gibiydi. Ama bizimkisi içmekten, yemeği unutmuş olduğundan ondan en az 20 kilo daha zayıftı. O'nun bu kasıntı halinin nedenini, yetiştirilme tarzında bulur, bir dolu gereksiz yaptırımlarla ağırlaştırılmış "Sen erkeksin" telkinleriyle büyütüldüğünü düşünürdüm. Ama işte herkesin harcı değil ruhuyla halter kaldırmak. Dayanma gücü takviyesi, ya da ağırlığını unutmak için yürek yükünün, bir çoğu gibi Cevher de sığındığı şişelerdeki küçük denizlerde boğulmuştu. Bir çok yerde huzursuzluğa sebep olmuş, en son bizim işyerine kadar gelmişti. Amirin iyi niyetiyle de bizim oradan emekli oldu. Ama o ana kadar da fotokopi makinasının bulunduğu bir odaya kondu masası.

Ne makine ama. Birim olarak, dönemin en komplike ve büyük baş hayvan boyutundaki cihazlarından bu makineye sahip olmak, bize ne hikmetse öyle salakça bir gurur veriyordu ki, çıkış saatlerinde diğer birim elemanlarına, elimizde olmadan tepeden bakıyorduk. O zamanlar ser'de gençlik olduğundan şimdikiler gibi benim de teknoljiyle aram çok iyi, dolayısıyla bizim sarıkızın karmaşık teknolojisini ilk ben çözmüştüm.. Hay çözmez olaydım. Eline kağıt alan yanımda alıyordu soluğu, fotokopi çekmekten mesaimin onda dokuzunu Cevher'in sularında yüzerek geçiriyordum. Bir süre sonra isyan etmeye başladım, üniversiteden mezun olup ta fotokopi ihtisası yapan ilk ahmak ben olmak istemiyordum zira. Odaya gidip gelirken de bu manyakla ilgili işyeri efsanelerini çok duyduğumdan, baya tırsıyor mümkünse gözgöze gelmeden çıkmak istiyordum.

Bir gün, malum odaya gidip nüfus cüzdanımın fotokopisini çekmem gerekti. Asık bir surat ifadesi takındım önce. Aklımca, “şş kovboy, toparlan ben geldim ve gördüğün gibi yeterince sinirliyim, sakın bana bulaşmaya kalkma, ağzını burnunu kırarım" diyerek korku salmak istiyordum. Döşemeye don don basarak, içten içe tir tir titreyen gardımla ve bir hışımla girdim odaya. Baktım bizimki yok ortada. Nasıl bir oh çektim anlatamam. Anında gerçek saftoloz ifadem, diğerini bir kafa atışıyla bertaraf edip geldi yerine oturdu. Kafa kağıdımın bir yüzünü çektim, hesapta arkalı önlü denk getirmek için, soğa, sola çevirirken hem bir kaç kağıdı hem de zamanı biraz hoyrat kullanmış oldum. Bir an önce bitirip defolup gideyim isteğiyle telaş yaptım sanırım. Bu mendeburun inine dönme vaktinin gelmiş olabileceğini hesaplayamadım. Bir anda kapıda belirdi Belfagor. (Eskiler bilir, Müzedeki hayalet ha? :) Nasıl irkildiysem artık, dizlerimin titreşime geçtiğini hatırlıyorum. Derhal arkamı döndüm, saftaloz ifademi postaladım, korkunç ivan ifademi takındım yeniden.

Fotokopi makinasının üstünde bulunduğu masanın çekmesinin, sert bi şekilde açıldığını hissedince tekrar döndüm ve dönmemle bunla burun buruna geldim. Ay korkudan nefesimin kesildiği yetmezmiş gibi sırtımın tüyleri disdik olup gömleğimi deldi vallahi. Bu astronot, çekmeceyi açıp, kağıt bloğundan cart diye iki üç tanesini çekti ve, ellerini silmeye başladı. O zamanlar şimdiki gibi kağıt havlu, köpük sabun, flotal ayna, spot ışıklar, müzik yayını, dörtmevsim klima, filan yok tabi memişhanelerde, alaturka iki göz hela, bir de daha çok kurna havasında iki lavabo. Neyse konuya döneyim ben. Bu bizim Hannibal, ellerini sildi sildi, şöyle bir adım geri çekildi, bu arada ben korkudan olayı hepten karıştırdım, bi türlü arkalı önlü çekemediğim kafa kağıdımı yırtıp, beyaz kağıtları da duvarlara yapıştırmaya filan çalıştım. Malum Laz'ım ve iki üç işi birden yapamıyorum. Bana şöyle bir  baktı ve ellerinin arasında ıslanıp sümüksü bir hal almış kağıtları mıncıklarken,

… Hişt baksana bi, Ne yapıyorsun sen orda..hı?

… Ben mi?

… Yok nenem, tabi ki sen.. dedi.

Dizlerimin titremesi sebebiyle, kademeli olarak aşağıya süzülen o ıscacık sızıntıyı hissettiğimde tamam dedim kızım buraya kadarmış kelime-i şehadet getir. Bu niyetle o mübarek ağzımı açtığımdaysa, "Fotokopi çekiyorum" diyebildim en düşük desibelle.

… Bak baak? Fotokopi çekiyormuşmuş.. Sen kimden izin aldın da şahsi bir iş için devletin kağıtlarını harcıyorsun, ha? Kimden izin aldın diyorum? Hoargg diye kükreyince de ben bunun uzamış köpek dişlerini gördüm mü, vallahi tırsmadım desem yalan olur.

Yahu hakikaten, Allah akıl noksanlığı vermesin. Dinime küfreden Müslüman olsa diye bi laf var, ulen sen mabadını yıkadığın ellerini devletin kağıtlarıyla siliyorsun ya kontak. Ama gel de böyle söyle bakayım. Geçmişte bir kadının kafaya facit fırlatmışlığı olan bu zır deliyle, aşık atmamak lazım dedim. Hemencecik, bana saldırmaya kalkarsa masanın üstünden sıçrar, örümcek adam gibi karşı duvara yapışıp, duvardan duvara atlayarak giderim şeklinde firar planımı kurdum, bir yandan da gençliğin verdiği cahil bir cesaretle “Sana ne ya, sen kimsin de senden izin alcam? ” vecizesini yumurtladım. Yumurtlamaz olaydım. Adeta delirdi, bütün kanı suratına hücum etti,  elektrik çarpmış gibi tepesinden duman tütmeye başladı. Artık nereme dalacaktıysa, ellerini açtı, bu leb-i derya bedenimde münasip bir yer aramaya koyuldu. Bana doğru bir hamle yaptı ama ben son derece atik bir hareketle depara  kalktım ve fırladığım gibi soluğu odamda aldım. İnanmazsınız yarım saat sonra sarkan dilimi içeri alabildim. Düşünün yani öyle nefes nefese bir haldeydim..

Sonra bu yüksek doz, gitmiş beni amire şikayet etmiş. Amir de çağırdı beni, kah kah gülerek "Sen Cevher abini niye kızdırdın bakayım" diye sordu. Çok eğlendiği belliydi. Hala çarpan kalbim yüzünden  güzelce bir yutkunduktan sonra “Amirim” dedim “Ben o odaya bir daha girmem, manyak nerdeyse beni çiğ çiğ yiyecekti" Korkuma hak verdi ve amir olduğundan,  katlim durumunda, mahkeme mahkeme sürüneceğini hesaplamış olmalı ki, "Tamam" dedi "Artık herkes kendi işini kendi yapsın"  O oldu. Haticeye değil neticeye bakacaksın, sayesinde bu saçma angaryadan kurtulmuş oldum. Bazen, gidip bulayım da bi teşekkür edeyim diyorum ama dizlerim titremeye başlayınca, şimdi kimbilir nerede sızıp kalmıştır diyerek boş veriyorum. Sadece sevgi dolu muhabetlerde kaldırılan kadehlere ŞEREFE, gerisi hikaye.