Kamu emekçilerinin ilk sendikal arayışlarını onlar gerçekleştirdi. Emekçilerin sosyal, siyasal, ekonomik hak ve özgürlükleri için kısıtlayıcı yasalara karşı hep onlar dik durdu. İşyerlerine, alanlara ve sokaklara onların mücadelesi damgasını vurdu.

90’lı yıllarda keskinleşen sendikal hak ve özgürleşme çabalarında onlar birlikteliği sağladı. İktidarların ya da siyasal partilerin arka bahçesi olmadılar hiçbir zaman. Grevli, toplu sözleşmeli sendikal haklarını sürekli haykırdılar. Bu çabalarında coplar, biber gazları, tazyikli su, hatta mermilerden hep onlar nasibini aldı.

1 Mayıs ataklarıyla,  genel grevleriyle, simgesel eylemleriyle hep onlar yüreklerimize su serpti. Eylem, kıpırdanma, filizlenme onların refleksi oldu. Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu bilinen marka adıyla KESK, kamu emekçisinin gözü, kulağı ve yumruğu idi.

Ya şimdi!

KESK, çok daha zor koşullarda zoru başarmıştı. Emekçinin kitle ve sınıf sendikacılığının tarihini onlar yazmıştı. Ne var ki, son on yıllık süreçte yalana, talana, iktidarın böl parçala senaryolarına ve kişisel hırs ve bütünü temsil etmeyen ideolojik söylemlere yenik düştü.Yıpratıldı, bölündü ve neredeyse kendi kendini yedi bitirdi.

Oysa KESK, ekonomik hak ve özgürlükler yanında siyasal ve demokratik taleplerini şimdi ve derhal yaşama geçirme sürecinin tam da içinde bulunmakta.  Çünkü Türkiye demokrasisi adeta bir yapboz görünümünde. Çünkü artan daha fazla demokrasi isteği karşısında en ufak muhalefete bile tahammül edemeyen bir iktidar mevcut.

Çünkü kitlelerin özgürlük ve demokrasi isteği, ancak polis baskısı ve şiddeti ile sindirilebiliyor. Çünkü sokağa dökülen insanlar adeta avlanıp katlediliyor; kurtulanlar ise,  düzmece soruşturmalarla taraf yargı önüne çıkarılıyor.

Çünkü özellikle gençliğin en masum talepleri bile cezaevlerinde soluk almaya yetiyor. Çünkü kadınlar hala taciz ve şiddete maruz kalıyor. Çünkü çalışan emekçinin hak ve hukuku gasp edilirken, emekliye açlık sınırında maaş dayatılıyor.

Çünkü iş kazalarında halen emekçiler ölümle tanışıyor;  özelleştirmeler ve taşeronlaştırmalarla sendikasızlaştırma sürecine çanak tutuluyor. Çünkü cumhuriyetin en temel ilkeleri birer birer ayaklar altına alınırken, laik cumhuriyetin simgelerine fütursuzca saldırılar düzenleniyor. Çünkü halen binlerce işsiz, binlerce kadrosuz emekçi, umut tacirliğinin kurbanı oluyor.  Çünkü devletin tüm kadroları ve kurumları düzmece sınav ve mülakatlar ile yandaş ve ehil olmayan kimliklere teslim ediliyor.

Çünkü iktidar partisinin arka bahçesine dönüşen bir sendikal hareket (?) emekçinin hak ve hukuku yerine “kendinden olanların” unvan, lojman, nakil ve atama işleriyle adeta bürokratik kalpazanlık yapıyor.  Çünkü iktidarı emekçiye daha cömert davranan bir görüntü yaratan sözde toplu sözleşmeye imza atan bir güruhun, tarihte eşine rastlanmayan bir yandaşlıkla sendikal literatüre damgasını vuran bir süreç izliyoruz.

İyi de KESK bu süreci yönetebiliyor mu?

Maalesef!!!

Çünkü dinamizmine rağmen, KESK ailesi artık bir bütün olmaktan öte adeta günü kurtarma ve parçalarını toplama, üye tabanını ikna etme derdinde. Çünkü KESK, iktidarın aldatmacalarını görmezden gelerek 12 Eylül halk oylamasında açık ve net bir tavır sergileyemedi. Aksine “yetmez” bıçağı altına yattı ve kurban kendisi oldu.

Çünkü KESK, demokratik merkeziyetçi örgütlenmesinin gereklerini yerine getirmediği gibi, bileşenlerinin üye tabanındaki laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti özlemi içindeki istemlere adeta kulak tıkadı.  Çünkü KESK, düzmece soruşturmalarla kendisine yöneltilen baskıların ardındaki gerçeği kavrayamadığı gibi sonrasında adına demokratikleşme süreci denilen “kimlik” kavgasının argümanı pozisyonuna getirildi.

Çünkü KESK, yönetim kadrolarındaki aymaz uçların akıldan yoksun “akilliklerine” karşın, kendi derdini kendi kitlesine anlatmaktan ve açıklayabilmekten yoksun bir siyasal saf görüntüsü verdi.  Çünkü KESK, mevcut sürece dair var olan dinamizmini kullanma, bunu siyasal ve sosyal yaşama geçirme, ekonomik haklar ve hukukun temel çıkarımlarına müdahil olma mücadelesinde tarihsel bir basiretsizlik içine sürüklenmektedir.

Şimdi, şapkayı önümüze koyup özeleştiri yapmak ve kanayan tüm yaralara neşteri atma zamanı değil mi?  Örgüt, içinde olup bitenlere dur diyebilecek, sürece dair söylem ve yaklaşımları yönetebilecek basireti bir an önce göstermek zorunda değil mi?

Omurgası sersemleyen bir yapıyı, yine yeniden ayağa kaldırma, üye tabanının beklenti ve umutlarını yeşertme, emekçinin ve ezilenin gözü, kulağı ve yumruğu olup, bağıra bağıra haykırmaya hazır değil mi?  Yoksa KESK’in sirkenin küpüne zararını seyreyleyelim mi?

Sendikal hak ve özgürlükler belki dün olduğu noktadan bugün çok daha yüzeysel özgürlükler içeriyor olabilir. Ancak KESK’in en doğru yaklaşımı, özellikle “grevli toplu sözleşme” inadından vazgeçmemesidir. Bugün için bile bu konuda atılacak bir adım varsa, bunu gerçekleştirecek, bunun mücadelesini verecek anlayış sadece KESK’in damarlarında mevcut