Yargı, yürütme ve yasama.

Hani demokrasilerde “kuvvetler” ayrılığından söz edilir ya. Bu üç sözcükte saklıdır “kuvvet”.

Oysa Türkiye demokrasisi bir garip demokrasi. Bunun en önemli nedeni ise “vatandaşının seçeneksizliği”.

Seçe seçe seçtiğimiz parlamentodan çıkan iktidarın son 11 yıllık “demokrasi” terbiyesine baktığımızda, “kuvvetlerin” ayrılığından söz etmemiz mümkün mü?

Şimdi bazı aymazlar son günlerdeki gelişmelere bakarak diyeceklerdir ki, “Nah işte! Bak yargı kendi bildiğini okudu”.

Gerçek böyle mi?

İktidar partisi destekleyicilerinin bir sürü edasıyla hala şak şakçılık yapmalarına bakılırsa, gerçeğin ta kendisi, Sayın Başbakan’ın ağzından çıkan tümcede saklı:

“İstiklal mücadelesi veriyoruz!”

Oldu!

Bu ülkede istiklal mücadelesi yapanlar, ülkesini parsel parsel emperyalizme teslim etmiş bir imparatorluğa kafa tutup kanlarıyla bedel ödeyenlerdir.

Ya siz ne ödediniz ya da ödüyorsunuz?

Hangi gerekçe ve bahaneyi üretirseniz üretin, ortada bir ödeme varsa, o da yediğiniz rüşvet, tarafı olduğunuz yolsuzluklar ve hırsızlıkların nakde dönüşmesidir.

Ve tabii ki bir mücadele varsa, o da bunun kaybedilmemesi ve “kelleyi” kurtarma mücadelesidir.

Sayın Başbakan’ın ağzının içine bakan iktidar yandaşlarının bir kez olsun akıl, vicdan ve ahlaki değerlerini zorlayarak düşünmesinin, çıkar ve menfaat beklentilerini bir kenara koyup değerlendirme yapmalarının zamanı gelmedi mi?

Akıl tutulması 17 Aralık ve sonrasında dumur olup kronikleşti mi ne?

Balık hafızaları bir tazeleyelim son 11yaşanan süreçle ilgili olarak.

Ergenekon, Balyoz, Oda TV, Casusluk, 28 Şubat,12 Eylül, muhalif Belediyelere yapılan baskın ve iddialar, Gezi Parkı ve daha niceleri.

Tüm bu iddianamelere ilişkin yargı sürecinde, yasamadan aldığı güçle yürütmenin başındaki Sayın Başbakan ne diyordu?

“Evet ben savcıyım”.

O yıllarda Sayın Başbakan ve iktidar partisi yandaşları şunu söylüyorlardı:

“Yürütme, yargının işine karışamaz (?)”.

İddianamelerde adı geçen “çete”lerle mücadele ediyordu seçim meydanlarında Sayın Başbakan.

Ağzı sulanan iktidar yanlıları, yargı süreçlerinin kendine verdiği gazla, yanlarına yandaş ve yalaka medyalarını da alarak dakika dakika, saat saat, günlerce ve haftalarca iddianameleri “gerçek” hikayelere dönüştürüyorlardı.

En masum demokratik tepkiler bile “kahraman” polislerce acımasızca bastırılıyor hatta “kahramanlara” bir maaş ikramiye bile veriliyordu.

Siyasetin bel altına vurduğu bir süreçte ülkenin geleceğine ilişkin referandum bile  ahlak tacirliğine kurban giderken Sayın Başbakan yine meydanlara sesleniyordu:

“Bunlar bize ahlak dersi veremezler.”

Ya 17 Aralık’tan sonra.

Hangi süreç yolsuzluk, rüşvet ve hırsızlığı ahlak literatüründen çıkarıverdi.

Ne oldu da bir anda “çete” savcı ve polis olurken, iddianamelerde adı geçen muhteremler “mağdur” oldu.

Ergenekon iddianamesinde, “kasa” olarak nitelendirilen şahıs, hastane borcundan rehin kalıp kansere yenik düşerken, 17 Aralık operasyonlarındaki “kasa”ların “evlat” olduğu hatırlanıverdi.

Tüm polis gözaltıları, günlerce işkenceye dönüşüp, insanlar soyularak, dövülerek ve itibarları beş para edilerek sürerken, “bey”lerin baklavalı börekli gözaltıları ise sadece 3 gün sürdü.

Dahası “kahraman” polisler, savcılar toz duman hallaç pamuğu gibi sağa sola atılıverdi.

Şimdi ise, sağa sola tehditler savurarak, iddianamelere kılıflar uyduruluyor. Villa satan evlattan, İmam- Hatip parasını evinde saklayan hayır sahibi Banka patronundan, ben zaten zengindim diyen Bakan’dan “mağdur” hikayeleri yaratılıyor.

Diğer yandan da, devamı gelecek operasyonlar için tüm savcıların önü ya kapatılıyor ya da susturuluyor.

Yandaşlar, şimdilik kurtarıcılarının hamlelerini meşrulaştırmak ve kendi inlerini temizlemek telaşı peşinde. Şu lanet(!) üzerlerinden bir kalksın, yakında yine muhaliflere yönelik ısmarlama “iddianameler”le vatandaşı hizaya getirmenin hesabı yapılıyor “yola devam” etmek için.

Demokrasi işler ve yargı, “yürütme”nin sonunu getirmezse şayet.