“Kadınlığın tarihi, dünyanın gördüğü en büyük zorbalığın tarihidir,” der Oscar Wilde.

Tarihi, kendinize yontacağınız kahramanlıkların süsünden arındırırsanız göreceğiniz manzara ilkelliğin resmedilmiş halidir.

İlk “günah”, yılanın ağzındaki elmayı Adem’e yediren Havva’nın yaptığı eylemken, erkek egemen gelenek(ler), din(ler) daima kadını engellemiştir.

Tektanrılı dinler kadını yönetici yapmamıştır. İmam, papaz, haham hep erkektir.

Töreler kadını daima suçlarken; her zaman erkeğe tabi olması, söz dinlemesi gerektiğini buyurur.

Bu On Emir’den Kuran’a; kültürel dağılımın etkisiyle dünyanın herhangi bir yerinde üreyen inançlar, sosyal dalgalanmaların sonucudur.

Babil Kralı Hamurabi’nin Anayasası, İÖ XV. yüzyıl: “Kadın uygunsuz bir davranışta bulunduğu ya da eviyle ilgili görevlerini yerine getirmediğinde kocası onu kölesi kılar. Bu kölelikte, evde kocasının istediği her şeyi yapmasının yanında, kocanın yeniden evlenme hakkı da vardır.”

Zarathustra, İranlı düşünür, İÖ VII. yüzyıl: “Kadın, erkeğe tanrı gibi tapmak zorundadır. Her sabah dokuz kez düzenli olarak kocasının ayaklarının dibine diz çökmek ve kollarını kavuşturup ona ‘Efendim, ne yapmamı emredersiniz?’ diye sormak zorundadır.”

Hintlilerin kutsal kitabı: “İsterse kocasının kınanacak davranışları olsun, isterse koca başka kadınlarla ilişki kursun, erdemli kadın, ona Tanrı’ya duyduğu saygıyı besler.”

O günden bugüne ne değişti mi? Kocaman bir “hiç!”

Örneğin Naziler, kadının özgürlük ve eşitlik istemlerini, dolayısıyla kadın kurtuluş hareketini cinsler arası yerleşik düzeni yıkmak için ortaya atılmış bir “Yahudi buluşu” olarak değerlendiriyorlardı.

Ya bugün?

Suudi Arabistan’ın Büyük Müftüsü Eş-Şeyh,  bu kez de 10 yaşındaki kızların evlenebileceğini açıkladı.

İlkel toplumlardaki bazı istisnalar hariç bugünün ileri demokrasilerinde bile “kadın”, farklı bir şiddetin aktörü halinde.

Sınıflı sömürücü yapılarda kadın olmak gerçekten de çok zor. Ya da asıl zor olan kadınlığın doğası değil de, erkek doğasının kadına direttikleri belki de.

Ertan Demirer bir yazısında Türkiye’deki durumu şöyle özetliyor: “Türkiye’de her on kadından dördüysen, aile içi şiddete maruz kalıyorsundur. Şiddetten yırtamadıysan, resmi verilere göre sadece İstanbul’da haftada bir işlenen töre cinayetlerinin kurbanısındır. Altı yılda öldürülen 4 bin kadından biri değilsen, gelecek altı yılda öldürülecek bir kurban da olabilirsin. Öldürülmek olasılık dışıysa, çalışan kadınların yüzde 58’lik dilimine girerek iş yerinde tacize de uğrayabilirsin. Ya da böyle bir yazı yazarken, Türkiye’de kadına yönelik şiddete dair doğru düzgün bir istatistik bulamadığın için sinirden küplere binersin.

Bu iç karartıcı tablo sadece Türkiye’ye de ait değil. ABD’de 2009’da 90 bine yakın kadın tecavüze uğradı. Tek fark, her şeyin istatistiğine ulaşabilmekte…”

“Kadın olmak hâli”ne ilişkin olarak verilere müracaat etmekte büyük yarar var.

Mesela 42 il, 126 ilçede 3 bin 252 kadınla yüz yüze görüşülerek gerçekleştirilen Adil Gür’ün, “Kadına Yönelik Şiddet” araştırmasına göre, çalışan kadınların yüzde 40,7’si, çalışmayanların ise yüzde 46,9’u eşinden fiziksel şiddet görüyor.

‘Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu’nca Dilek Kavral ve Elvan Aydemir’in hazırladığı ‘Türkiye’de Kadına Yönelik Şiddet’ raporuna göre:

- 2011’de 257 kadın öldürüldü, en az 102 kadın ve 59 kız çocuğuna tecavüz edildi.

- Şiddete en fazla rastlanan bölge yüzde 57.1’lik oranla Kuzeydoğu ardından İç Anadolu, Doğu ve Güneydoğu Anadolu geliyor.

- Şehirlerdeki kadınların fiziksel şiddete maruz kalma oranları ilçelerde oturanlara göre, yaklaşık yüzde 42 daha fazla.

- Hane gelirine katkısı erkekten çok olan kadınların şiddet görme riski iki misli artıyor.

- Kadınların yaklaşık yüzde 15’i cinsel şiddet yaşadı. 100 kadından 42’si fiziksel ve cinsel yaşadı.

- Kadınların yüzde 92’si şiddetle ilgili şikâyetçi olmuyor.

Özetle TBMM’de Adalet Bakanı’na yöneltilen soru önergelerine verilen yanıtın ortaya çıkardığı gerçeğe göre, son on yılda kadın cinayetleri 14 kat (yüzde 1400) artmıştır. Kadına yönelik şiddet, taciz, tecavüz vakalarını tespit etmek ise neredeyse imkânsızdır.

Baroların çeşitli tarihlerde yaptığı açıklamalara göreyse, “…Türkiye’de her 10 kadından 4’ü şiddet görmektedir… İstanbul’da her yıl boşanma başvurularının yüzde 85’inin nedeni şiddettir… Evli kadınların yüzde 42’si fiziksel veya cinsel şiddete uğrarken yüzde 44’ü ise duygusal şiddete maruz kalıyor… Tecavüze uğrayan kadınların yüzde 50’sinin 18 yaşın altında olduğu, her 4 kız çocuktan birinin cinsel şiddete uğradığı belirlenmiştir.”

Ya dünyadaki durum?

ABD Adalet Bakanlığı verilerine göre, kadınların yarısından fazlası (yüzde 55) hayatlarının bir döneminde şiddet görüyor.

BM Dünya Kadınları 2010 raporuna göre, Almanya’da kadınların yüzde 25’i, Danimarka’da yüzde 27’si, Norveç’te yüzde 22’si hayatlarının bir döneminde cinsel ve fiziki şiddet gördü.

Dünyada kadınların yüzde 20’si ve erkeklerin yüzde 5-10’u çocukken cinsel şiddete maruz kalıyor. Japonya’da kadınların yüzde 15’i, Etiyopya’da yüzde 70’i hayatlarının bir dönemi şiddet gördüğünü belirtiyor.

Dünyada yüzde 0.3 ile 11.5 oranları arasında kadın ise bir yabancı tarafından cinsel şiddet gördüğünü söylüyor.

2007 yılındaki verileri sıralayarak ilerlersek:

- Kadınlara karşı şiddet dünyada en yaygın, ancak en az cezalandırılan suç.

- 113 ile 200 milyon arasında kadın demografik olarak “kayıp” (yok) görünmekte. Ya doğar doğmaz öldürülmüşler (erkek çocuğun kız çocuğa tercih edilmesi) ya da erkek kardeşleri ve babalarıyla eşit derecede gıda ve tıbbi olanaklara ulaşamamışlar.

- Fuhşa zorlanan ya da bunun için satılan kadınların sayısı yılda 700 bin ile 4 milyon arasında. Cinsel kölelik düzeninden elde edilen kazançlar yılda tahminen on iki milyar dolar.

- Küresel olarak, on beş ile kırk beş yaş arası kadınlar kanser, sıtma, trafik kazaları ve savaşlardan daha ziyade, erkek şiddetinin sonucu hayatını kaybetmekte veya sakatlanmakta.

- En az üç kadından biri dövülmüş, cinsel ilişkiye zorlanmış ya da hayatı boyunca başka türlü suiistimal edilmiş (tecavüz, kötü davranış). Genellikle, suiistimal eden kişi aileden bir üye ya da kadının tanıdığı bir kimse. Ev içi şiddet, bölge, kültür, etnik köken, eğitim, sınıf ve din ne olursa olsun kadınlara karşı en yaygın suiistimal şekli.

Kapitalizmle mutlu beraberliğini sürdüren ataerki var olduğu sürece “kadın olmak hâli”ne ilişkin soru(n)lar devam edecektir.

Çünkü cadıları kadınlara eşitleyen zihniyet sadece Ortaçağ’da değil, farklı versiyonuyla kapitalizm koşullarında da karşımızdadır. Cadılık suçlamalarını kadınlara yönelten; şeytanlığı kadınlara uygun bulan zihniyet dün neyse bugün de odur.

Günümüzde ise kadına yönelik şiddetin bir başka sorunsalı olan “fuhuş”, modern toplumların gündem konusu.

Fuhşun serbest olduğu fakat fuhşa teşvik ve yönlendirmenin yasak olduğu Fransa’da tartışılan yeni yasa, fuhşu yasaklarken fahişeleri değil, müşterilerin cezalandırılmasını öngörüyor. 1500 avro para cezası getiren yasa tasarısı, suçüstü halinde cezanın iki katına çıkmasını öngörüyor. Sosyalist Hükümet bu konudaki ısrarlı. Tasarı, 25 Kasım’da meclis gündeminde olacak. 50’nin üzerinde kadın örgütü, siyasi parti, dernek vb oluşum ise 23 Kasım günü tasarının yasalaşması için Montparnasse-Fransa Parlamentosu hattında eylemde olacak. Kadın hareketlerinin hazırlamış olduğu eylem öncesi yapılan çağrıda fuhşun derhal yasaklanması, bu alanda çalıştırılan kadınların yasal korumaya alınması, oturumu olmayan yabancı kadınların oturum haklarının devlet tarafından sağlanması, aile içi şiddetin cezai yaptırıma tabi tutulması, her türlü şiddete karşı kadınlara devlet güvencesi sağlanması, adalet sisteminin bürokrasisi altında kadınların haklarının ezilmemesi vb talepler etrafında Fransa’da yaşayan tüm kadınların eyleme geçmesi istendi. 
Ancak tasarıya karşı tepkiler de yok değil. İlk tepki Seks Sektörü Çalışanları Sendikası’ndan geldi. Ardından Fransa’da hükümetin tartışmaya sunduğu fuhuş yasağına ilişkin yasa tasarısına karşı çıkan “343 (erkek) Piçlerin Manifestosu” adında bir kampanyaya imza attı. “Fahişeme dokunma” (Touche pas à mapute) olan kampanyanın esin kaynağı ise 1971’de kürtaj yasağına karşı çıkan kadın hareketi.

Tüm bu olup biten karşısında Kadınların ifade edebileceği bir dünya olması için öncelikle bu dünyada yer alması gerçeği unutulmamalıdır. Gelişimi, bağımsızlığı ve özgürlüğü kendisinden gelmelidir. Emma Goldman; “Kadın, ilk olarak kendisini bir obje değil, bir kişilik olarak ortaya koymalıdır. İkincisi, hayatını basit, fakat zengin ve derin kılarak; kendi bedeni üzerinde başkalarının iddia ettiği tüm haklara karşı koymalı, istemediği sürece çocuk yapmamalı, tanrının, devletin, kocasının, ailesinin bir kulu olmaya karşı çıkmalıdır. Bu da hayatın tüm karmaşıklığını ve özünü anlamaya çalışarak, yani kendini toplumun fikirlerinden ve yargılarından özgürleştirerek olur.” dediği içindir ki, bugün anımsanır.

Oysa bize anımsatılmaya çalışılanlar dört tane kadın vekilin türbanı, kadının en az üç çocuk doğurması, kıyafetinin açıklığı, kızlı-erkekli harem-selam v.s şaklabanlıklardır. Daha dün iki imamın kız kardeşine tecavüzü, muhafazakârlaşan Türkiye’de cinsel istismarın dört yüz kat arttığı haberleri manşetlerde iken unuttuklarımız zaten rutinimiz oldu.

Yılgın, bitkin, isyankâr herkes için şiddet bir seçenek değil. Direnmek erdemini gösterebilmek için 25 Kasım’lar var.

Zorbalığın tarihine not düşmek için var.