Geçen haftaki yazım, Zonguldağa gelen TRT ekibinin çalışmasına iştirakimle ilgiliydi. Bu hafta da bu konuya devam etmek niyetindeyim.

         Sözkonusu evde, maaşı olan tek kişi babaanneydi ve o da, ekibin trafiği esnasında   ağaç dalından yontulmuş bastonuyla ortalarda dolanmaktaydı. Bahçenin bir köşesinde derme çatma yapılmış bir çardak vardı. Üstüne sarılmış üzüm asmasının, kurumaya yüz tutmuş sarı yapraklarında bulut gibi, kara kara böcek yuvaları göze çarpıyordu. Oturma sedirinin, bir tarafındaki tahta ayaklar çürüyüp kısaldığından, oturduğunuzda dinleneceğinize, kaymamak için kastığınızdan bir süre sonra yorulduğunuzu hissediyordunuz. Arkalıklar ise yağ tenekelerinden yapılmıştı. Fakat belli ki yıllardır açık havada kaldığından, pas tutmuş, vazifesini yerine getirmek için takatsiz kalmıştı. Makyöz Hürriyet Hanım tezgahını çardaktaki masanın üzerine açmış, sırası gelene makyaj yapmaktaydı. Peyderpey çekilen sahne aralarının birinde, yaşlı kadının, çardağın arkasına, yere, kendinden daha yaşlı,  lime lime bir örtü serdiğini fark ettiğimde, makyaj sırası bana gelmişti. Hürriyet Hanım gözlerimi kapatıp kafamı yukarı kaldırmamı istedi. Dediğini yaptım, ama arkadan gelen takur tukur seslere de kulak kabartıyor, babaannenin ne yaptığını merak ediyordum. Makyajım bittiğinde, babaanne örtü üstüne koyduğu koca metal bir leğenin başında, tahta bir taburede oturur haldeydi. Dallı güllü pazen elbisesinin kollarını sıvamış, kahverengi lekerle beneklenmiş buruş buruş cildini ortaya çıkarmıştı. Bir çoğu eğrilip şekil değiştiren parmaklarının birinde, zaman içinde bol gelmeye başlamış, şimdikilere nazaran daha kızılımsı evlilik yüzüğü dikkatimi çekti. Kocası öleli kimbilir kaç sene olmuştu ama yüzük hala parmağındaydı. Tam yamacında, bahçeden toplanmış irili ufaklı, kısmen çürükleri de olan domateslerle dolu bir çuval vardı. Çuvalın kenarlarını dışarı kıvırmakla meşguldu. Yanına çömeldim. "Kolay gelsin anacım, hayırdır ne yapıyorsun öyle?" diye sordum. "Melemen" dedi. Kışlık menemen yapıyormuş, kabuklarını soyup, doğradıktan sonra, koca koca odunları tutuşturup domates dolu leğeni ateşin üstünde koyacak ve pişirecekmiş. Ardından kavanozlayacak ve heryeri karanlık evin bir köşesinde kışa kadar bekletileceklermiş.

Biraz daha sohbet etmek niyetindeydim ama çağrılınca gittim, rolümün olduğu sahne çekildi. Zor iş. Bir kaç saniyelik sahne çekimde ne kadar uğraşılıyor tahmin edemezsiniz. Döndüğümde babaanne bunalmış olacak ki, başındaki yazmayı çözmüş, alelade bir şekilde tepesinde toplamıştı. En kalın yeri bir santimi aşmayan ve uçlara doğru iyice incelen, senelerdir kınalamadığı için artık sadece uçlarda kalan turuncu hareleri vardı saçlarının. Dirseklerine kadar çıkmış kırmızı domates lekeleriyle, hala doğrama işiyle uğraşmaktaydı. Leğen neredeyse yarısına kadar dolmuştu. Domatesleri hiç ayırmadığını, çürükleri ve tozluları da doğradığını görünce,  neden yıkamadığını sordum. Cevabı "Bişince kırılır mikrobu" oldu. Sabah ezanıyla kalkıp işlere daldığını anlattı bana, "Allah çok uyuyanı, tembeli sevmez gıscuvazım" diye de ekledi. Oysa onun övündüğü bu çalışkanlığından, gelini epey dertliydi. Plazma tv'nin taksitlerini onun maaşından ödemişlerdi. Parasını verdiği eşya üzerindeki tasarruf hakkını kimselere bırakmayıp, uykusu geldiğinde televizyonu çat diye kapattığından, hatta bununla da kalmayıp elektrileri bile söndürdüğünden yakınmıştı gelini az evvel. Sabahın köründe kalkıyor ve onlarda uyansın istediğinden aşırı gürültü çıkarıyormuş meğer. Bir de her şeye karışıyor, hiç bir şeylerini beğenmiyormuş. Evdeki tek düzenli gelir onunki olduğundan sürekli sineye çekmekten gına getirmişler artık. Ee para kimdeyse güç onda tabi. Bilmezmisin a kızım, genel geçer kuraldır bu. Bir yandan artık ölmesi gerektiğini düşünüp, bir yandan da ölürse ne yapacaklarını bilememekteydiler. Dramatik bir çelişkiydi bu çözümü olmayan.  

İlk gün “Karadır Kaşların Ferman Yazdırır” türküsünün öyküsü canlandırıldı. Kostümcü Hülya’cığımın seçimi, bir elbise, üstünün çemberiyle beraber bir yemeni ve bir de şalvar ayarlandı bana. Ha bir de siyah mesler verildi. Aman Allah'ım, o mesler nasıl bir şeyse on dakikada terden vıcık vıcık oldu ayaklarım. Havalandırma isteği saniye geçmeden nüksediyor, çıkardığımda da ayaklarımın üstündeki siyah kir lekelerini görüyordum. Kurusunlar diye sallayıp durdukça, bu müstesna bacaklar bu kadar pis uçlarla sonlandırılmış olamaz diyerek gözüm dönüyor ve ayaklarımı öğüre öğüre kesip atasım geliyordu. Baktım olacak gibi değil ev ahalisinden çorap istedim. Çünkü bir bir tır dolusu kostüm arasında ne hikmetse ilaç niyetine bir çift çorap yoktu. İmdadıma babaanne yetişti. Elime tutuşturduğu çoraba bakakaldım. Bu kadar modern tasarım, bu kadar afili bir çorabı nereden bulduğuna şaşırdım. Parayla çorabın mı, parayla imanın mı, kimde olduğu belli değildi, tereddütte kaldım. Mis gibi sabun kokan çorapları giydim de bir nebze rahatladım. Sağolsun.

Velhasıl yine benim çekim sıram geldi. Doğaçlama çalışılıyor. Rolüm gereği, önce esas oğlanla konuşuyorum, sonra, başkasıyla nişanlanmak üzere olan sevdiği kıza gidip, bu gece kaçırılacağını, hazır olmasını söylüyorum. Kız da telaşlanıp heyecanlanıyor filan.  İlk bir kaç çekimde oyunculuk açısından hiç bir sorun yaşanmadı. Fakat, Teksas'ta posta arabalarını soyan kovboy ismi gibi bir isimle anılan, devasa ayaklı, hareketli kamera düzeneği Jimmy Jib'te teknik sorunlar yaşandı. Bu sebeple de çekimler defalarca tekrar edildi. En son çekimde, erkek oyuncu kısmını tamamladıktan sonra, kıza yöneldim, tam uyarımı yapıp kenara çekilecekken, su kaynatmaya başlamış olmalıyım ki “Ee napıyon, nasılsın, senin kına ne zaman, sana kostüm olarak bindallı mı verdiler, bak bak" diye saçmalamaya başladım. Bir türlü doğru cümleyi kuramadım. Kızcağız da çaresiz, ben sadede gelemeyince, bir yandan tepemizi delen güneşten bir yandan da yetmezmiş gibi ayna panellerle direk yüzümüze gözümüze sokulan ultraviyole ışınların etkisiyle masum halleri bir kenara bırakıp edepsiz bir  asilikle “eee bari beni kaçırsınlar bu akşam yaa” diye isyan etti. "Ay gitti caanım kız, güneş deldi beynini gördün mü?" diye dövünmeye başladım üzüntümden. Bu arada gülme krizi geçiren ekibe canım sıkıldı. Kız kafayı oynattı bunlar kakır kakır gülüyorlar diye düşünüp ayıpladım onları. Dank etmesi çok sürmedi. Evet sayemde su gibi kız mutasyona uğrayıp kendini kaçırttıran bir zilliye dönüşmüştü.

Bu hikaye üç gün sürdü. Daha anlatmak istediklerim çok ama benim miniminnacık okuyucu kitlemi baymasın diye kısa kesiyorum. Ha bir gün olur da bir kitap yazarım, bak orda kimsenin gözünün yaşına bakmam, ne varsa aklımda yazarım, ne kadar taş varsa eteğimde, dökerim ortaya. Böyle olunca da kitabın tanıtımında el arabası kullanmayı düşünüyorum. Onca taşı kucağımda taşıycak halim yok herhalde.

Tatil sonrası keyif bozmayan bir yazı oldu bence. Sizce?  Kiss..