Memur olarak işe ilk girdiğim yıllarda, epey çalışmışlığı olan bir ablamız, biz yeni girenlere, "Hah işte memur oldunuz ya, artık ne uzarsınız ne kısalırsınız" demişti. 25 yılı devirdim memuriyette hakikaten ne uzadım ne kısaldım. Bir araba alabildim hasbelkader ki, aynı ablanın, "Araba, evde ikinci mutfak demektir" cümlesini dün gibi hatırlıyorum. 12 yıl kullandım onu. Ablanın ne kadar haklı olduğunu teyit ederek tepe tepe hem de. Fakat 12 yıl sonunda ciddi bir şekilde elden geçirilmesi gerektiğinde gördüm ki, bakım faturası dudak uçurtacak bir rakama ulaşıyor. Öyle ki fotoğrafa bakınca, yenisini almak daha mantıklı gibi duruyor. Fakat memur işi, ancak krediyle alabiliyor ve başka bir dolu şeyden vazgeçmem gerekiyordu. Arabaya alışınca da arabasızlık tam bir dram oluyor. Şartları zorladım, gittim yenisini aldım. Kısacası seçimimi arabadan yana kullandım. Evde değişmesi gereken gardırobu ve 4 yıl planını yaptığım tatili ve ufak tefek ihtiyaçları giderme işini de böylelikle rafa kaldırmış oldum. Fakat can bu dayanmıyor tatilsizliğe. Bir cumartesi günü başlayıp, pazar akşamı sona erecek kısacık bir tatil teklifi geldi üniversiteden bir arkadaşımdan. Memleketi olan Adapazarı'nın bir köyünde, bir ev (ev değil köşk demek daha doğru olur) yaptırmış kendisi. Oraya davet etti, temiz hava, sakin ve doğal bir ortam. Giderken de, annem ve bir kaç arkadaşını da, Hendek'te bir ahbabımıza bırakır dönüşte de alırım diye düşünerek kabul ettim.

 

Zaten Adapazarı şurasıydı, bana ne kadara patlayabilirdi ki? Fakat köy yolları oldukça çetrefil. Bir navigasyon lazım. Kuzenden bir navigasyon buldum. Güncellenmesi gerekiyormuş internetten. “Ohoo çocuk işi, yaparım ben” dedim. Perşembe günü akşamı bu işi halletmek niyetiyle oturdum lap-topumun başına. O ne? Bir terslik var. Bir türlü normal ekran açılmıyor. Ekranda garip yazılar akıyor ha bire. Anladım ki, bizimki yine, kendini ağıra satma havalarında. "Windows’unu güncelliyorum, az bekle, tuşa muşa basma" ikazlarını gözüme gözüme sokmalar filan. Bekle bekle, dayanamayıp bir tuşa basınca, "Hooop bi rahat dursana sen, güncelliyoruz dedik" gibisinden laubali bir uyarı daha. Yok, arkadaş 15 dk. daha bekledim, ı-ıhh açılmadı. Kapat aç yaptım 5-6 kere ki, bilgisayar konusunda ben gibi ulvi bilgi sahibi herkesin, herhangi bir aksilik anında ilk başvurduğu çaredir. Zaten ben ötesine geçemiyorum. 40 yaşıma kadar tam bir canavarken, sonrasında adeta havsalam kireç bağladı. Almıyor kafam artık, teknoloji aldı başını gitti. Neyse efendim o gün öyle geçti. Sabahı zor ettim. Kolumun altına aldığım gibi lap-topumu gittim çarşıda bir yere. Anlattım durumu, bilindik ama benim beceremediğim bir çözüm önerdi, "Format atcaz(*), olursa 150 TL, olmazsa çipini değiştircez(*) o da sizi 450 ila 500 TL civarında bir kazığa bağlar..."  Ufff böyyük(*) para. Bu mini davetin maliyeti düşündürmeye başladı. Şeytan diyor kaldır at, git yenisini al, battı balık hesabı. Çok kaprisliydi zaten, sizden kaprisli olmasın. Ben de yaşlanıyorum artık, lepinin topunun kaprisini mi çekicem(*)?

 

Cuma günü, işyerinin harala gürelesinin arasında kırk kere görüştüm adamlarla. İş ahlakı bakımından şapka çıkartılacak kıvamda olan(!) tamirci arkadaşlara, kırk kerede bir kere ulaştım, ondan da bir sonuç çıkmadı. Hık mık, kem küm şeklinde sonuçsuzluk. Gün sonunda anladım ki bunlar benim lap-topa bakamayacaklar. Bir sinirle gittim AVM’deki büyük bir teknoloji mağazasına, dedim bana acil orta karar bir lap-top. Oradaki delikanlı önerdiği her lap-topun teknolojik özelliklerini seri bir şekilde kurduğu cümlelerle beynime enjekte ede ede, en sonunda “ultrabook” diye birine karar verdirdi, ama elemanda ne meslek aşkı varsa artık, nefes almadan konuşuyor, susmuyor mirim. Aldı eline benim “ultrabook”un özellik listesini, başladı koca mağazada benzer ne kadar alet varsa onlarınkiyle karşılaştırmaya. Bir ara karşı cama yansıyan kendi görüntümü gördüm, vallahi korktum. Bu tamamen rakamsal ve teknolojik terimlerle süslenmiş analiz yağmurundan, şakulüm iyice kaymış, dayak yemiş de doymamış bir halim var. "Yeter kardeşim YETERR" diye bağırırken, elemanı boğazladığımı tahayyül ettim. Allah'tan tahayyül olarak kaldı. "Sus kardeşim bi sus allasen.." dedim. Özür diledi. "Siz gidin yukarda bir kahve için ben bazı yüklemeler yapacam(*) 1 saat sonra hazır" dedi. Bir saat sonra o elemandan yana bakmamaya özen göstererek ki, yakalanırsam, aynı işkenceye iki kere dayanamaz nalları dikerim maazallah, direk kasaya gittim işlemi tamamladım, yallah eve. Evde, açtım lap-topu, fakat gördüm ki kurdukları bu yeni işletim sisteminin altında iyice eziliyorum. Bu ne yahu? Adamlar resmen tüketiciyle maytap geçiyor. Hasılı kelam, bırak navigasyon güncellemeyi daha masaüstü görüntüsüyle tanışıp da tokalaşamadan kendimi teknoloji tarafından terk edilmiş, yapayalnız, savunmasız bir kanadı kırık hissederek, gözümde bir damla yaşla kapatıp, gittim yattım.

 

Ertesi gün navigasyonsuz yola çıktım. Defalarca yanlış yollara girerek 30 km kadar fazladan benzin harcadım. Yolumuzu kaybedip, kurda kuşa yem olacağız diye feci stres yüklendim. 2 saatlik yolun hakkından ancak 4 saatte gelerek annemleri silkeleyeceğim ilk köye varabildim. Emaneti sağ salim teslim ederek yeniden yola girdim. Bu aşamada da karşıma önce "Yeniden bekleriz" tabelası çıktı. Hop ne oluyoruz demeye kalmadan, Düzce il hududunun bittiğine dair ikinci tabelayı gördüm. Tu sana mankafa. Kendime o kadar kızdım ki, o hızla arabadan çıkıp hakkın rahmetine doğru koşasım geldi. Yok yok bu kadarı da şaka, bi kaç kez yanlış girişler yaptım ama bu defa en fazla 20 dakikalık bir gecikmeyle ikinci köye, arkadaşımın köyüne nihayet ulaştım. Orada bir takım gençler cep telefonuma navigasyon yüklemeyi önerdiler. Fakat yiğitliğe macun sürdürmemeli, o gençlerin, "Siz yaşlısınız, biz yapalım" teklifine boyun eğmemeliydim. Bu cümledeki yaşlı sıfatını kabul edemezdim. O kadar spor yapıyorum yahu. Boru mu bu? (Sanki inklar ettikçe zaman duruyor da, peh! Benimki de saçmalık) Sırf bu yüzden "Ben yaparım ne olacak" dedim. Gözümde yakın gözlüklerimle tam bir haminne görüntüsü sergilerken, gençliğe meydan okuma ahmaklığımın, cep telefonuma gelen sistem mesajıyla farkına vardım. "Yüklemiş olduğunuz navigasyon kullanım ücreti 205 TL faturanıza yansıtılacaktır" Dışarısı bağ bahçe ya, gidip biraz tüy diktim. :) Yine de azıcık tadım kaçık olsa da 2 gün tatil yaptım sayıyorum kendimi.

 

Dönüş zamanı geldi çattı. Hap kadar telefonumdaki 205 TL'lik navigasyonu hatırladıkça, peşin satan esnaf gibi, pis bir sırıtışın yüzümde belirmesine engel olamıyor, sol elimle de yelek cebimdeki köstekli saati yoklayasım geliyordu. Bu güvenle dönüş yolunda beni tutana aşk olsundu. Canavar gibi Adapazarı'na kadar geldim. Şimdi önemli olan Hendek'teki köye annemlere almaya kadar kat edeceğim o akla zarar yolun üstesinden gelmekti. Navigasyon bir yere kadar verimli gibiydi. Ta ki kendimi bir mısır tarlasının ortasında uzayıp giden her yeri ot bürümüş olmasından en son yıllar öncesinden kullanılmış olduğu anlaşılan bir patika yolda bulana kadar. Güvendiğim dağlara kar yağıyordu. Navigasyon ekranında bir ibare, "Sağa dön ve 150 m sonra ikinci sola gir" Ne sağı, hangi sol kardeşim. Uydudan bakınca, çift şerit otobanda gibi mi görünüyorum. Ağzına yandığımın zımbırtısı. Bir tek yol var ben de onun üstündeyim şu anda ve erimiş margarin gibi durmuş bakıyorum metrelerce uzayan patikaya. Allah'ım aklıma mukayyet ol dedim ve anasının operatöründen, danasının kuyruğuna kadar bir de kallavi küfür savurarak bastım gittim yol boyunca. Elbet varacaktım bir yere. Yolda bir kaç kişi gördüm. Onlara sorarak eski usulle nihayet köye vardım. Annemi bir daha hiç göremeyeceğimi sanmıştım. Onları güzelce vakumlu poşetlere tıktığım gibi (Hain Evlat Ökkeş’mişim gibi bakmayın, başka türlü sığmıyorlar ne yapayım, fazlalıkları camdan sarkıtacak halim yok herhalde) arabaya yükledim. Basa bas hiç durmadan yola girdim ve sonunda eve geldim. Biraz dinlendim, uyudum. Fokurdamaya başlayan zihin kazanımdaki taşların yerine oturmasını sağladım. Uyandığımda hemen yeni lap-topuma mini tatilimdeki fotoğrafları yüklemek istedim. Makinemin cd’sini aldım elime, fakat bir cdroom bulamadım. Bütün kenarları içe doğru ittirdim ki, hani minik bir hareketle açılan bir tasarımı olabilir diye. Ama hayır, bulamadım. Havaya kaldırıp, altına bile baktım. Yoktu. Haa geldi dövüş saati. Açtım AVM'deki mağazaya telefon. O elemanın rekorunu elinden alacak bir tarzla adeta köpürerek şikayetimi dile getirdim. Cd bunun neresine takacağım diye sordum. Adam bir nefes aldı ve sakince, "Hanımefendi siz belli ki ultrabook almışsınız, cd yuvası olmaz onlarda" Enteresan. "Ultrabookların özelliğidir, herkes bilir" dediğini duyunca, ‘Bazıları canının kıymetini hiç bilmiyor’ dedim içimden. Halbuki "Lütfen sinirlenmeyin, bir zahmet buraya kadar gelin, hallederiz efendim" cümlesini eklememiş olsa, beni Beycuma'ya, kendini de ebedi istirahatgahına yollaması işten bile değildi.

 

Gittim tabi. Cd yuvası olandan aldım, 160 TL’lik bir fark ödeyerek. Benim mini tatil bütçeme adamakıllı tur bindirdi. Adeta bir dünya turu kadar. Bu parayla, elimde şarap kadehim, zıkkımlana zıkkımlana dünya turuna çıkmak üzere bir Cruise gemisinin merdivenlerine tırmanmaya kalkabilir, temiz bir tekmeyle de gerisingeri aşağıya yuvarlanabilirdim. Evet, o kadar da büyük meblağ değil kabul ediyorum ama oldukça sarsıcı olduğu kesin. Bu hikaye aslında epey uzun. 2 günlük tatilim de tam bir maceraydı. Ama ne yapalım ki yerim dar. Onu da bir ara yazarım artık. :) Bu hikayeden çıkarılacak sonuç neymiş efendim. Siz siz olun minik bir tatile bile çıkmaya karar verdiyseniz, yanınıza fazladan bir valiz daha alın ama içi banknot dolu ve o günkü ilk tercihiniz Çatlak Kiremit'i okumaktan yana olsun ki kabaracak maliyetlerle gözleriniz dolmadan önce, yüzünüz accucuk (*) gülsün. Kiss'tim herkeşi.

 

(*) İlk yazımda bahsetmiştim konuşma dilini kullanırım diye. Çaktınız köfteyi ?... :)