Hanımlarım meşhur kabul günleri vardır, bilirsiniz. Hani evler dip-köşe kırklanır, perdeler yıkanır ütülenir; koltuklar duvarlar silinir, halılar yıkamaya verilir; dolap içleri boşaltılır, yeniden düzenlenir v.s. Hem misafire saygıdan hem de diğerlerine, yok mu ya, "Ben böyle pir-u pak bir kadınım, bakın, görün ve bi zahmet tescilleyin" demek için. Genellikle sınırlı sayıda ikram hazırlamaya karar verilir ama "Aman bu sayılmaz, aman bu çok değişik bir şey, siz de tadın diye yaptım" bahanesine sığınarak ekstra sunumlar yapılır. Gizli ve tatlı rekabette bir tık öne geçmek de hedefler arasındadır.

Yeni yılın ilk cumartesisinde dokuz ayın çarşambası hesabı, başka gün kalmamış gibi benim de kabul günüm vardı. Hafta içi, mesaide ve sonraki saatlerde kendime ait diğer meşguliyetler sebebiyle, hem hoşafım çıkıyor hem de eve oldukça geç girmiş oluyordum. Annemin deyimiyle "Aldığımı aldık yerine koymadığımdan" da evim hafta başından sonuna kadar, harp yerine dönüyor haliyle. Kabul günlerinde, yukarıda saydığım hazırlıkları birçok kadın işgüzarlıktan yapıyor olmasına rağmen, benim için olmazsa olmaz bir durumdu. Hani günlük ortamımda konuk ağırlamaya kalksam, artık hangi höyüğün altında kalıp da heder oldukları tespit edilemediğinden, şehrin dört bir yanı kaybolan karılarını arayan kocaların ilanlarıyla dolardı. O derece. Son zamanlarda kabul günleri işkenceme, yeni öğrenmiş ve pek bi sevmiş olduğumdan su böreği açarak, yeni bir mazoşist fantezi de eklemiş miydim sana, e şimdi de açmasam olmaz diyerek böreği ve mönümün diğer ağır toplarını cuma akşamından hazırladım ve ertesi gün fırınlanmak üzere dolaba kaldırdım. Gün sonu ringte nakavt vaziyetindeydim.

 Cumartesi sabahı erkenden kalktım. Kafama oyalı yazmadan miğferimi taktım. Ellerime de başka rengi kalmadığından aldığım, kusmuk yeşili plastik eldivenlerimi geçirdim. Fisto fırfırlı iş önlüğümün bağcıklarını, arkamda gemici düğümüyle bi güzel mühürledikten sonra zırhımı da kuşanmış oldum. Peşinden, bu savaşta beni galibiyete taşıyacak en önemli mühimmatları, yani elektrik süpürgesi, toz bezleri ve yer silme suyunu doldurduğum kovayı da hazırladım. Çeşit çeşit deterjanlarımla cephanelik stokum zaten hep hazırdı. “Ya Allah, Bismillah” diyerek iki elimle sımsıkı yapıştığım elektrik süpürgesinin hortumunu, sol yanıma alıp son sürat cepheye koşmaya başladım. Yol zaten 3 adım olduğundan, roketi ateşlediğime değmedi, ben karşı duvara, süpürge de sırtıma toslayarak durabildik.

Cengimin en can alıcı yerinde, zırt pırt eldivenleri çıkarıp, mutfakta pişen krema, haşlanan patatesler ve suya bastırdığım maydanozlarla ilgilenmek durumunda kalıyordum. Mutfağım minnacık olduğundan tabak-çanakla daralan tezgahta, sebzelerle beraber muhakkak bir parmağımı da doğramazsam asla içim rahat etmiyordu. Öyle de oldu. Sonra, ecza dolabından başlayarak çamaşır sepetiyle devam eden ve nihayet ayakkabılıkta bulacağım yara bandı arama telaşıyla en az yarım saat kaybettim. Dağınıklığım yüzünden kendimden bir kez daha nefret ettim ve "Artık beni fazlasıyla yoran bu birlikteliği yakın bir zamanda bitirmeliyim" diyerek içim cız etse de, kendimden ayrılmaya karar verdim. Genellikle bulaşık makinesini doldurduktan sonra, çevik bir hareketle tam doğrulacakken açık bırakmış olduğum dolap kapaklarına koçlar gibi toslar, ya alnımın ortasında koca bir yumru oluşturur ya da kafatasımda küçük bir delik açarım ki yine öyle oldu. Böylece zaten çatlak olan kiremitlerimi büyük bir çatırtı efektiyle tuzla buz ettim. Fakat bu durum içeride biriken metan gazını boşaltmak ve grizu faciasını önlemek açısından iyi olmadı da değil hani. Kalan son takat kırıntılarımla kendimi de kırklayıp, bir türlü yukarıda tutmayı beceremediğim dudaklarımın kenarlarını mandalla tutturdum. Bu halde sıcak bir gülümseme amaçlarken, daha çok tezgâhtaki bayat balık gibi göründüğümü bilmeme rağmen sallamamayı tercih ettim.

Kapım çalınmaya başladı ve konuklarım birer birer, biten savaş sonrası yeniden imara açılan evimdeki yerlerine kuruldular. Hoş beş derken, sıra geldi ikramlarıma. Tevazu gösteremeyeceğim, müthiş bir sofra hazırladım. Oluşturduğum tam bir görsel şölendi yani. Fakat gel gör ki, "yok rejim yapıyorum”, yok “gelmeden atıştırdım”, yok “ben onu sevmem, bunu yemem" diyerek, bütün emeklerimi acımadan harcadılar, üstüne basıp, geçip gittiler namıssızlar. Sinirden kıpkırmızı oldum, soranlara da kızılcık şerbeti içtim dedim. "Varsa ben de alabilirim" demesin mi birkaçı? "Olmaz mı, bak karşıda, kuş sütü şişelerinin yanında" dedim ısırgan bir gülümsemeyle. Hasbinallah ya. Yok kardeşim annelerimizin kabul günleri tadında olmuyor artık bu günler. Artık herkes dışarıda buluşmayı tercih ediyor. O eski tadı kaybetmeyelim düşüncesiyle ben ısrar ettim evde yapalım diye ama kabul ediyorum yenildim. Yaranamadım a dostlar. Kalanlardan oluşan bir sofra kurdum sonrasında sokaktaki hayvancağızlara, vallahi silip süpürdüler. Ah canlarım benim. Bizim Çomar’a teklif ettim ayda bir kabul günü yapalım birlikte diye, sevinçten delirdi, havlamasıyla ortalığı çınlattı.  Yalnız bu işte de bi terslik var. Her ay bende toplanacakmışız, onların evine, bütün olarak sığmam mümkün değilmiş. Karşı mahalleden Karabaş var bi tane, o da, "Bari kemik günü yapalım, vesileyle kenara bir şeyler atmış oluruz" dedi. Kenar derken?.. Bir türlü kafama uygun ekip kuramadım vesselam. Herkesin realitesi varsa benim de anormalitem var. Ne olmuş yani… Her kesimden canlıyla iletişim kurabiliyorum. Bir tek, ölçüyü kaçırdığım oluyor arada, o kadar.

Şaka bir yana, artık evde konuk ağırlama işine son verdim, bundan sonra buluşmalar hep dışarıda, bir masa etrafında kuru bir iskemlede saatlerce oturarak, kebap ya dsa balıktan oluşan lokanta atmosferinde geçecek. Eve sinen börek, kek kokuları olmadan, çaydanlıkta fokurdayan çayın melodisini dinleyemeden, öylesine yavan öylesine sıra savıcı ve samimiyetsiz geçecek. “Ne ka ekmek o ka köfte” bundan sonra. Su böreklerimi de rüyanızda görürsünüz artık. Peh!  Kalın sağlıcakla.