Ayak adamı neye güvenecek? Kendi yaptığı tahkimata elbet. Örnek verecek olursak, sarma çatalını taban taşına vurmazsan, kefen siparişini verip ocağa öyle indin demektir. Çatal direk taban taşına değil de, işin kolayı, kömüre bindirilirse, kendi kendine tuzak kurdun demektir. “İşin biterine değil, işin beterine gidiyorsun” demektir. Vur kazma, at kürek, sen ne kadar “Ayak ilerliyor” dersen de, Azrail tepende dolanır durur. Yandım Allah türküsünü çağırmadan “patırt” da görürsün ananın örekesini.

Şimdi yoktan yonca biçiyor sanmayın! Yaşadım da anlatıyorum. İşkembeden atmıyorum. Hem de bir değil, iki değil, bir sonraki değişik değil. Valla Azraille yakalamaca oynarken, yanlış vurduğun direkler seninle beraber savruluyor. Eğer kurtulursan da, ayna karşısında adam kendini tanıyamıyor. Dinleyin hele:

Epey bir zaman oluyor. Çay ayakta çalışıyoruz. Ayak başının kapalı olduğunu tertipte söylemişlerdi. Biz de arkadaşlarla ayak dibinden girdik ayağa. Ben kapalı olan yerde posta alacaktım. Çalıştığım yer elimde malzeme olmadan, boş olarak bile geçilemeyecek kadar dar ve alçaktı. Posta alırken, alt tarafımda çalışan iki kazmacı üç metrelik sarma kaldıracaklarını söylediler. Kazmacılar tek çatalla sarmayı kaldırırken postabaşı geldi. Kömür olmadığını, kömüre çalışmalarını söyledi kazmacılara. “Arından iki kama çekin” dedi. Kazmacılar buna ses çıkarmadılar. Tavandaki kamaları sökmek için kazmayı vurdukları anda arından kömür patladı. Zaten yatarak çalışıyordum. Arın patlayınca oluğun üzerine yüzükoyun düştüm. Yere kapandım. Patlayan yer oynadıkça posta üstümü kapamaya başladı. Bütün dünyam yıkılmıştı. “Çocuklarım sokakta kaldı!” diye bağırmaya başladım. Cebelleşip kendimi kurtarmaya çalıştım, olmadı. Vücudumun sağ tarafı iyice kapandı. Bir ara boşta kalan sol elimi uzattım. Elime bir domuzdamı değdiğini hissettim. O damın altından hava geliyordu. Kurtuluşum belki buradan olabilir diye düşündüm.

Bu arada kamalar da üstümdeki postayla kaburgalarımı ezmeye başlamıştı. Canım iyice acıyordu. Lambam da postanın altında kalmıştı. Hiç ışık yoktu. Gücüm yettiğince bağırıp yardım istedim. Ne bir ses ne bir ışık. Canlı namına bir şey yoktu. Yalnız arada patırdıyordu.  Nasıl öleceğimi düşünmeye başladım. Takatim kalmamıştı. Vücudum yanıyor, sanki üstüme kaynar sular dökülüyordu. Sinirlerim laçka olmuştu. Kendimi koyvermiştim. Kendi kendime “Demek can böyle çıkıyormuş” dedim. Ama kolayca da pes etmek olmuyor. Can direniyor!

     Sol elimle ince postayı kaydırmaya başladım. Domuzdamına alttan boşluk yaptım. Az hava boşaldı. Takatim tükendikçe domuzdamına el atıp soluklandım. El verip sarıldıkça domuzdamı bana babam gibi geldi. Babamı düşündükçe cesaretlendim. Biraz daha posta attım. Bir kuvvet zorlanıp postanın altından çıkmaya çalıştım. Nereye? Hiç kımıldayamadım bile. O anda “Bana bunu kim layık gördü?” deyip çocuklarımı geçirdim gözümün önünden. Babamın nasihatları geldi aklıma. “Sarma çatalını taban taşına değil de kömüre vurursan, kendine de arkadaşlarına da tuzak kurarsın” derdi hep.

Bir ara ayaklarımla postayı ittim. O zaman vücudum soğudu, kendimi üşüdüm hissttim. “Ha gayret” derken, lambamın karnımın altında boruya takılı olduğunu anladım. Bir müddet lambayı çekiştirdim. Bu sefer sanki alt taraftan üzerime toz püskürtüldü! Biraz durulunca sol elimle domuzdamından destek alıp yan döneyim dedim. Bir patırdama daha oldu, iyice gömüldüm. Yalnız kafam açıkta kaldı.

Tavuğun kafasına küçük bir çalıyla vurunca sersemleyip kafasını sağa sola sallar ya! Ben de posta kafama aşağı akıp tozu yuttukça sersem tavuk gibi kafa sallamaya başladım. Takatim son haddindeydi. Sol elimi domuzdamına çanaklamış öylece kalmıştım. Arada bir kafa sallıyordum. Postanın ağırlığı soluk alamaz hale getirdiğinden ciğerlerim zorlanıyordu. Tam kendimden geçmek üzereyken az bir ışık görür gibi oldum. “Kurtarın!” diyebildim. Bir patırdama daha oldu. “Güp” kafayı düşürdüm.

24 saat sonra gözlerimi açmışım. Uykudan uyanır gibi uyandım. Sağa sola baktım. Cam çerçevenin çok olduğunu gördüm. Az daha yattım. Tekrar sağa sola baktım. Önümde iki üç kişi dikiliyordu. Ayağa kalkmak istedim, kalkamadım. Ellerim, ayaklarım divana bağlıydı. Beyazlıklar kendi aralarında fısıl fısıl yaptılar. Her halde ellerini ayaklarını koyverelim dediler. Sonra tanıdım, yanımda Selami de varmış. Ellerimi ayaklarımı çözdüler. Kollarımdan tutup kaldırıp yavaş yavaş abdestliğe getirdiler. Rüya görür gibiydim. İstifra edip, yemyeşil bir şey tükürdüm. Kafamı kaldırdığımda karşımda ayna vardı. Aynada kendimi tanıyamadığımı hiç unutamıyorum. Aynaya bakıp, “Ben bu muyum?” diye kendi kendime sordum. Yüzüm, ellerim, sırtım, vücudumun her yanı kıpkırmızıydı. Yoksa ben kızıl adam mı olmuştum? Ellerimi kafama getirdim. Kulağımı elledim. Burnuma parmak değdirdim... En sonunda “Göçük bu sen misin?” diyebildim.

     Bir hafta hastanede yattım. 60 gün köyde istirahatte kaldım. En son heyete girdim, işbaşı yazdı. Ha! O kazada dört arkadaş ölmüştü. Dedim ya, birkaç kere kazalandım, çoğu da tahkimat kusurundan. Ben her zaman diyorum, sarma çatalını taban taşına vuracaksın. Bu her işte böyle. Tabanı illaki bulacaksın? Ne kadar ilerliyorum dersen de, tabana dayanmamış iş, muhakkak ki bir yerden patırdar. Ondan sonra da ayna karşısına geçtin mi; kendini zor tanırsın!

     (*)  21 Aralık Dünya Roman Kahramanları etkinliğinde sahnelediğim “Göçük Mehmet’le Bacaağzı Sohbetleri” adlı kitabımdaki madenci güncesi.