Eğer kelimelerin kökenini (etimoloji) bilemezsek, kelimeleri anlamından uzak kullanırız ki bu durum korkunç derecede Türk diline  dolayısıyla Türk toplumuna zarar verir. Örnek olarak fenomen kelimesi Fransızca kökenlidir. Anlamı SOMUT, ALGILANABİLİR, DENENENEBİLİR olay ve nesnedir. Ülkemizde kullanılışı ise "internette çokça takipçisi olan kişiler"dir. O nedenle kelimeleri doğru anlamlarıyla kullanmak kişilerarası iletişimin,  sanat ve bilimin gelişmesi açısından oldukça önemlidir.

Gazetede daha önce yayımlanan bir makalemde "İçine doğru karışmış yalan nedir?" sorusunun yanıtını vermiştim. Kısaca  hatırlatmak  gerekirse: Doğru görünümlü, bazen duygulara hitap eden doğrunun ve  yalanın karışık olduğu içinden çıkmanın çok zor olduğu, insanlarda zihinsel ve anlamsal karışıklığa neden olan durum ya da söz diyebiliriz.

Bu  kafa karışıklığına neden olan hükümlerden  biri de öğretmenlik mesleğinin kutsal olduğudur.  Kutsal kelimesinin anlamına bir bakalım.

  1. Kutsal: 1.

güçlü bir dinsel saygı uyandıran ya da uyandırması gereken.

tapılacak ya da yolunda can verilecek denli sevilen.

Görüldüğü gibi kutsallık,  inanç  kapsamında bir konudur.

Peki öğretmenlik kutsal ise doktorluk, hemşirelik, madencilik veya elektronik protez ayak yapan mühendislik mesleği kutsal değil midir?

Öğretmenlik mesleğine kutsaliyet anlamını yüklediğimizde   birçok konuda eleştirilmekten kurtulup kutsallığın o müthiş konfor alanına kavuşmuş oluruz. Oysa dünya üzerinde gelişmişlik,  bilimsel eleştiri ile doğru orantılıdır.

Öğretmenlik mesleği  yüksek oranda  insan ilişkileri ve iletişim,  davranış yönetimi  bilgisi gerektiren    bir bilim mesleğidir. Lakin toplumun gözünde öğretmen yukarıda anlattığım gibi konumlandırılmamıştır. Bu konumlandırmada yetkili ama bilgisiz yöneticilerin dışında mesleği icra eden birçok meslektaşımızın da  katkısını görmezden gelemeyiz. Öğretmenlik mesleğinin emek- değer   ilişkisi ve bilimselliği üzerinde düşünülmemiştir. Eğer bugün bir öğretmen emekli tazminatı ile bir evin dörtte birini bile alamıyorsa, çocuğunu okutmakta güçlük çekiyorsa bunda mesleğin kutsal olduğu yutturmacasının da etkisi büyüktür. Öğretmenlik profesyonellik gerektiren bir bilim mesleğidir.

"Eski öğretmenler çok iyiydi , gençlerde  iş yok!" gibi söylemler son günlerde gündemde.   Bu anlatıların büyük çoğunluğu bana göre doğru değildir.Fakirseniz, üstünüze başınızda yoksa,bir de sorunlu aile çocuğuysanız geçmişte bugünkü kadar bile şansınız yoktu. Kimse bana masal anlatmasın.

Çok sevdiğim bir emekli öğretmen ağabeyimin günlüğünü okuma şansı buldum. Kendi öz babasının  öğrencisi olduğu halde babasından yediği dayaklar  Kastamonu’dan  İstanbul’a yol oluyordu. Dayak adeta Türk eğitim sisteminin bir parçası gibiydi. Bu gelenek askere gittiğinizde de devam ediyordu. Hatta "Ben dayak yemeden geldim." diyenlere kimse inanmıyor, alaya alınıyorlardı. Bu konuyu tarihçiler ve sosyologlara bırakıp konumuza dönelim.

Ortaokulda Beden Eğitimi dersinin hemen başında boy sırasına geçerdik.  Öğretmen yoklamayı aldıktan sonra, her hafta ,ama istisnasız her hafta, boyu uzun olan ilk 10 erkek öğrenciye basketbol topu verir; geri kalan kısa boylular Karabük  Stadyumunun önünde kendi getirdiğimiz patlamış plastik topla futbol  oynardık. Oysa öyle çok basketbol oynamak istiyordum ki  kıskançlıktan geberiyordum. Konunun   ilginç yanı boyu uzun olan sınıf arkadaşlarımız da bu haksızlığı algılayamıyorlardı.  Çoğunun evlerinde basketbol topları da  vardı.  Belki de arada bir de olsa onlar da bizimle futbol oynamak istiyorlardı.   Bir basketbol topu sahibi olmak benim için o yıllarda bir hayaldi. Hayalimi yıllar sonra kendi çocuklarıma aldığım basketbol topu ile gerçekleştirdim.

Lise birinci  sınıfta  Y.G. adındaki dev gibi beden eğitimi öğretmeni eşofmanımın  üstü yok diye elinin tabanıyla ağzıma şiddetle vurmuştu. Yere düşmüş, bir süre kendime  gelememiştim.   Çünkü ondan yediğim dayaktan ve korkudan başka, sportif anlamda  hiçbir şey öğrenmemiştim. Ama Karabük’te  bana kıyma parası verip "Git hal içindeki kasaptan  kıyma al , eve bırak."dediğini hatırlıyorum. Kapıyı öğretmen olan eşi açmıştı. Kıymayı alıp hadi güle güle,demişlerdi.Kendi evime  geç kalmıştım! İnsan birkaç kuruş harçlık verir değil mi☺  Sanırım 90 lı yılların sonunda  onu Ankara Kızılay Meydanı'nda takım elbisesiyle gördüm. Yine de merhaba  öğretmenim,dedim. Kendimi tanıttım. Popüler bir öğrenci değildim. Hatırlamakta güçlük çekti. Başbakanlık  Devlet Denetleme Kurumunda çalıştığını söyledi. Demek ki ben öğretmenimin kıymetini bilememişim!

                 Bir istisnayı anlatmadan geçemeyeceğim.  Nilgün ÖZEK  Türkçe öğretmenim.  Hala yaşıyorsan beni affet öğretmenim. Doğruyu söylemek gerekirse yüzün pek de gülmezdi.  Ancak asaletin ve derslerde konuları anlatırken gösterdiğin özveri ve iş disiplinini öğretmen olduktan sonra ancak değerlendirebildim. Okulda enerji tasarrufu ile ilgili kompozisyon yarışmasında  üçüncü  olmuştum. Okul  müdürü  sadece  birinci olan kompozisyon okunsun dediği  halde, Nilgün Öğretmenimin itiraz ettiğini bugün bile hatırlıyorum. Cumhuriyet Bayramında Karabük’ün en büyük ortaokulunda   kompozisyonumu  kalbimin sesini kulaklarımdan duyarak heyecan içinde okumuştum.    Öğretmenimin bana yaşattığı bu tecrübe belki de bugün hiç çekinmeden topluluk karşısındaki konuşma  ve duygularımı yazıyla ifade etme yeteneğimi geliştirmişti.

O günlerden bugünlere çok şey değişti. Öğretmen oldum , okul müdürü oldum. Mesleğimin ilk yıllarında hatalarım olsa da geri kalan otuz yılda mesleğimi profesyonelce ve bilimin ışığında  yapmaya çalıştım. Okula Eınsteın, Charlie Chaplin ve Michael Jordan’ın Ankara Dost Kitabevi'nden aldığım, parasını cebimden ödediğim büyük boy posterlerini astım. Pazartesi günleri  İstiklal Marşı  okunmadan önce öğrencilerime hitap etmek için karşılarına çıktığımda elimde mutlaka o dönem okuduğum bir kitap bulunurdu. Asık suratla hiçbir zaman öğrencilerimin  karşılarına çıkmadım. Tüm kararlarımı öğrencilerden yana aldım. On bir yıllık müdürlük görevim sırasında müdür odamda hep basketbol topları bulundurdum.Kısa boylu da olsa tüm öğrencilerimi basketbol ve futbol topsuz bırakmadım. Onlarla tüm öğrencilerin gözü önünde basketbol oynadım. Öğrencilerim  Ramazan GÜMÜŞTAŞ  Bülent Ecevit Üniversitesi  basketbol takımında ,  Görkem ADAKOĞLU  Zonguldak Belediyesporda  basketbol oynadı. Fotoğrafta  Görkem ADAKOĞLU  bir numaralı formayı giyiyor.

Ve yıllar önce attığım  Bumerang geri döndü.  Şimdi Devrek  sokaklarında dolaşırken verdiğim  sevginin ve emeğin  karşılığını  her gün tek tek geri alıyorum.  İyi ki varsınız sevgili öğrencilerim ,hepinizi çok seviyorum.

1998 yılı yaz tatilinde  eşimle Amasra sokaklarında gezerken hediyelik eşyaların arasında bir kartpostal dikkatimi çekti. Tanımadığım sıradan bir adamın resmi ve üzerinde bir yazı vardı:

“Çok zordur  öfke duyduğumuz insanlara bir şeyler öğretmek, ama bu özellikle gereklidir, çünkü asıl öfke duyduklarımızın  öğrenmeye gereksinimi vardır.”

BERTOLD BRECHT