Siyaset felsefecileri, sosyal bilimciler, “devlet nedir?” sorusuna yüzyıllardır yanıt arıyor… Herkesin kendine göre bir yanıtı var… Bu kavramı ilk tartışan feylesoflardan biri olan Platon, devleti, insanın zorunlu olan ihtiyaçlarını karşılamak için oluşturduğu toplum düzeni olarak ifade eder örneğin…  İnsanlarda en büyük güç olan akıl, ölçülülükle birleştiği zaman, en iyi devlet düzeni kurulacak, en iyi yasalar oluşacaktır ona göre… Aristoteles toplumun ve devletin oluşumu için ilk hareket noktasının aile olduğunu söyler… Ama devlet, aileden de, bireyden de önceliklidir…
 
Augustinus için insan, doğasının iki bölümlü olmasından ötürü, biri beden ve dünya, diğeri ruh ve öbür dünya olmak üzere iki devletin yurttaşıdır… Kavrama daha laik bir içerik kazandıran Machiavelli devletin, kişi ve kilise ahlâkından ayrı bir mantığa dayandığını ve bu nedenle de bağımsız bir uğraş olduğunu vurgular… Thomas Hobbes ve benzeri düşünürler, devletin, doğanın güvensizliğinden, düzensizliğinden ve vahşetinden kendilerini ancak egemen bir güç kurarak koruyabileceğini düşünen bireylerin gönüllü fikir birliğinin veya bir sosyal sözleşmenin sonucu olarak doğduğunu ileri sürer
 
DEVLETİN MANEVİ ŞAHSİYETİ İNSANDAN ÇOK DAHA ÖNCELİKLİ
J.J. Rousseau tıpkı Aristoteles gibi ailenin, siyasal toplulukların ilk örneğini oluşturduğunu, baba imgesinin başkanı, çocukların ise halkı simgelediğini belirtir… Karl Maks’a göre devlet sınıf çatışmasının bir ürünüdür. Devlet bir zor aygıtı, hükümetlerse, egemen sınıfların ortak işlerini yürüten bir heyetten başka bir şey değildir… Maverdi’den Nizamülmülk’e kadar İslam dünyasının önemli düşünürleri ise devletin gayesinin, dini korumak ve toplum yönetmek olduğunu açıklar… İktidar sahibinin, toplumun haklarına riayet etmesi ve bütün düzenlemelerini Allah’ın emirleri ölçüsünde yapması gerektiğini vurgulayarak devleti kutsar…
 
Yer sorunu nedeniyle kısa kestiğim tüm bu tanımları şunun için yaptım: Devlet, her kuramda farklı tanımlara sahip olsa da, zor kullanma yetkisini sahip bir erk olarak insanların hayatında belirleyici oldu her zaman… Onlar adına karar verdi, savaşlara girip, barışlar imzaladı… Bir kararıyla egemenliği altındaki insanların hayatını derinden etkiledi… Günümüzün modern devleti de içinde hiçbiri egemenlik hakkının, varlık sebebinin sorgulanmasına izin vermedi ama… Devletin manevi şahsiyeti, hele ki, bizim gibi ülkelerde insandan çok daha öncelikli hale geldi… Sorgulayanlar hep tehdit altında kaldı…
 
KİMSE ZONGULDAKLIYA “SİZ NE DÜŞÜNÜYORSUNUZ” DİYE SORMUYOR
Tarihin her döneminde, devlet, en çok iktidara yakın çevrelerce “kült” haline getirildi… Kendi çıkarlarını toplumsal çıkarın yerine ikame eden bu güruh, gelen itirazları, toplum düzenini bozmaya yönelik bir eylem gibi göstererek devlet şiddetini meşru kıldı… Bu uğurda faili meçhul cinayetler işlendi, bombalar patlatıldı hatta meydanlarda… “Devletin bekası” yutturmacasıyla oluşturulan karanlıkta ihaleler pay edildi… İnsanların hayatını derinden etkileyen kararlar, hiç onlara sorulmadan alındı… Yaşam alanları elinden alınan insanların feryadı, devletin kahhar gücü altında ezilip gitti…
 
Bu yüzü Zonguldak’ta ne çok görüyoruz? Birileri Ankara’da oturup karar veriyor, termik santraller pıtrak gibi yayılıyor kentin dört yanına… İnsanların yaşam alanlarına “acil kamulaştırma” kararıyla el konuluyor… Madenler kapatılıyor, “İşçi alınsın” diye feryat edenler bizzat devlet reisince fırçalanıyor meydanlarda… Kim olduğu bilenmeyen biri kentin ortalık yerine “cami yapılsın”, diğeri insanların en çok rağbet gösterdiği yere, “kapı kurun kimse girmesin” diyor… “Şurayı şuna verin, buraları dozerlerle yıkın” diyor devlet zorunu kullanan bir başkası… Kimse Zonguldaklıya “Siz ne düşünüyorsunuz” diye sormuyor… Adam yerine koymuyor çünkü…