Herhangi bir dağ köyünde, otların arasında çıplak ayaklarınızla yürüdünüz mü bilmiyorum. Tırtıl otlarının çıplak teninize yapışan o çapkın sarılmalarını hissettiniz mi, tepelerin ardından heybetiyle doğan ve ara ara bir bulutla oynaşırken gölgelenen güneşle konuştunuz mu, onu da bilmiyorum. Şırıl şırıl akan Karadeniz akarsularının coşkuyla taşlara vuran suyundan nasibini aldı mı yüzünüz, bakın onu da bilmiyorum.
Her adımınızda ezilen dağ papatyalarının, menekşelerinin, yeşil çimenlerin burnunuza sokulan o ham kokusunda, aşık oldunuz mu toprağa, bunca güzelliğe hayat veren toprağa. Heybetli dağlara bakarken püfür püfür esen Karadeniz yaylarından selamını aldınız mı özgürlüğün.
Hangi coğrafyada açtıysanız hayata gözünüzü, bir elbise gibi bürünüyor çıplak teninize ve üstüne örtülen ne olursa olsun aslolan altındaki kimliğiniz.
İşte o kimlik belirliyor yaşamın önceliklerini, kültür hükmediyor hayat yolunuza, coğrafyanız ilk öğretmeniniz, algınızda ve yaşamınızda.
Başkaldırışlarınızın korkusu, ya da korkusuzluğu bile, içinde bulunduğunuz coğrafyanın öğretisi. Toprağımız: Özgürlük kokan servetimiz hakimiyetimizi kaybetmememiz gereken yegane emanetimiz.
Ne büyük lükstür ki toprağın cömertliğine şahit olabilmek bir avuç içi kadarında bile, mucizelerini görebilmek. Bir taşın üzerinde mağrur başkaldırışıyla bir diken çiçeğinin asilliğinde hayata sarılmak, işte yine iş başın da toprak.
Hanlar hamamlar derdi eskiden, görmüş geçirmiş Anadolu filozofları, işte onlara sahip olsan ne yazar bir köyün, bir karış toprağın yoksa ayaklarınla basamadığın övünme sakın.
Bir yaylaya çıkmamışsan, orada çadır kurup da dumanı tütmemişse meşe odununun, burnuna sokulmamışsa is kokusu, tabi ki sen onu da bilmiyorsun. Ne güzeldir be kardeşim bir köyünün olması, otlaklarında kuzuların kuşların olması. Ama sen bilmiyorsun ki yazık, sarayların olsa ne yazar hanların olsa neye yarar.
Bir eşeğin nal seslerinde taş sokaklı köylerde zevki safa yapmadınız belki, bir atın şiltesinde hoplamadı yüreğiniz şahlanırken başı gökyüzüne. Eminim bir kuyu suyunu, yosunlu bir çeşmenin yosunlu musluklarından akan buz gibi berrak suyunu bakır bir maşrafaylada içmediniz siz, şişelere sıkışmış, kişiliğinize gaz yapan o asitli içecekleri farklı bildiniz, bir yayık ayranının tadını bilmediğiniz gibi.
Senin motorlu araçların, uçakların olsa ne yazar.
Bostanlar olur bizim köylerimizde bir uçtan bir uca, hayvan gübrelerini dökersiniz toprağa, onlar verimlendirir tohumları, en doğalından hani onun bile modası oldu ya organiğinden yetişir sebzeler. Zor iştir elbette köy kadını olmak, KADIN olmak, köy ADAMI olmak. Ancak işin en kıymetli vaktinde unutulur o zorluklar. Hasat zamanında bayramı vardır alın terinin. Kültürümüzde var olanlarla övünürüz, bu bütün insanlar için böyledir bana göre. Emeğin her türlüsüne saygım sonsuz ancak unutmayalım köylerimizi.
Çünkü oradan başlar hayat, onların alın terinden yola koyulur umut.
 Kuzular ve hatta kurtlar, çakallar, bizim köylerimizde de oldukça fazlasıyla var, dört ayaklı olanlarından sadece fark burada.
 Adım adım sırtında yükleriyle hiç gocunmadan üretmek için sabahın zifiri karanlığında yollara düşen cefakar kadınlarımız saygım sizlere.
Üreten bütün kadınlara, emekçi bütün kadınlara, bir karış toprağında bile mucizeler yaratan işçi kadınlara selam olsun.
Birçok şeyi bilmiyorum belki ancak İnsanlığımı ve toprağımın değerini çok iyi biliyorum. Çünkü benim hamurumda köy mayası burnumda mis gibi dağ kokusu var, ve birde dik yamaçlı bir Karadeniz köyüm var, iyi ki de var..
 
 
ŞİİR
 
Yalan dünya olursa içinde yaşanılan
İnsanları da onun gibi yalan.
İkiyüzlülük de ondan.
Bir gece, bir gündüz var, var olan.
Her canlı birbirinden farklı.
İçindekiler de yandan çarklı.
Kemiksiz dil var bedende,
Ağızdan çıkıyor istemesen de.
Söylediğine pişman da olsan
İş işten geçiyor işte o an.
Kime bahane versen
Beteri geliyor başına.
İçinden çıkamayınca da
Sarılıyorsun saçına başına.
Âdemoğlu anlaşılmaz yaratık.
Elmayı hep suçlu saydık.
En başından kokmuş balık.
Biz de koşuyoruz işte alık alık.
Ölmeyecekmiş gibi çalışıp
Bitmeyecekmiş gibi yiyoruz.
Hepsi bahane, hepsi doyumsuzluk…
Kimde yok ki sorumsuzluk?
Üstüne saldılar bizi
Geberince göreceğiz diğerini!
Toprak da kabul etmeyecek bir gün.
Belki de o gün, bu gün.
Doymadık birbirimizi yemeye.
“Senin malın, benim malım.” demeye.
Bir komşuluk vardı eskiden
Bir de akrabalar.
Şimdilerde her ikisinin yerine de
Üşüştü akbabalar.
Leşlerimizi biz yarattık.
Kokusundan utandık.
Hala yüzümüz kızarmıyor,
Aklımız almıyorsa
Bir iş var bu işte.
Yalan dünya gibi
Yalanız biz de.