Bu sıralar gazeteciler Barış Pehlivan ve Barış Terkoğlu’nun kaleminden çıkan ve Wikileaks belgelerindeki Türk’leri konu alan “Sızıntı” isimli kitabı okuyorum…
Dönemin Amerika Dışişleri Bakanı Hillary Cliton’ın da doğruladığı Wikileaks belgelerinde adı geçen gazeteci, cemaat, politikacı ve askerlerin bağlantılarını tüm çıplaklığıyla anlatan kitabı okurken, bir ara Wikileaks’in kurucusu bilgisayar korsanı Julian Assage Zonguldak’ta yaşanan ‘devlet-mafya-gazeteci’ üçgeniyle ilgili belgeleri ele geçirse acaba neler olurdu diye düşünüyorum.
Taş taş üzerinde kalmazdı herhalde…
Sizce yerel, ulusal ya da uluslar arası tüm önemli operasyonların ucunun dönüp dolaşıp medyaya, gazetecilere dayanması tesadüf mü? Tesadüf olmadığını hep birlikte yaşayarak görüyoruz.
Çünkü devlet dışındaki tüm güç odakları, ya muhalif gazetecileri parayla satın alır, ya da yok eder! Bir de ucuz gazeteler vardır. Onlar zaten başlarının belaya girmesinden ürktükleri için koyun gibi önlerine ne koyulursa onu yer, gazete sütunlarında meleşip dururlar.Bu kural Paris’te de aynıdır Zonguldak’ta da!
Bakın son bir haftadır Pusula Gazetesi’nin yazarları Ali Rıza Tığ ve Atilla Öksüz ile karşılıklı yazılar yazıyoruz. Siz bu tür yazıları nasıl yorumluyorsunuz merak ediyorum. Ama ben olaya bir atışmadan öte medyanın içindeki gizli dinamiklerin su üstüne çıkması olarak bakıyor, hangi gazetenin arkasında hangi gücün kim olduğunun bilinmesi gerektiğini düşünüyorum.
İşte bunun için biz soruyoruz onlar saldırıyor. Onlar soruyor biz cevaplıyoruz. Yani, Ali Rıza Tığ’ın son yazısında kaleme aldığı gibi sataşmak bulaşmak değil derdimiz.
Sadece iddia ettikleri gibi kenti değil, kendilerini düşündüklerini söylüyorum.
Onlar değil mi, kentin tarihini düşünüp düşüncelerini açıklayanları “KÖT” ilan eden.
Ve yine onlar değil mi ki, “KÖT” ilan ettikleri adamların düşüncelerini farklı zamanlarda referans gösterme ikiyüzlülüğü ile pişkinleşen!
Onlar değim mi ki, günlerce “kara” dediğine gereken yapılınca “ak” diyen!
Onlar değil mi, işler yolundayken göklere çıkardıkları insanları i$leri bittiğinde karalayan, kötüleyen, tuka eden!
Ali Rıza Tığ’ın bunca palavra arasında yazdığın tek şey doğru “Atatürk” sevgisi…
Ama 200’lük banknotun üzerindeki Atatürk!
Solcularla ne alıp veremediği var, solcular ona ne yapmış bilmiyorum ama Ali Rıza Tığ’ın yeri geldiğinde çok iyi bir demagog olduğunu iyi biliyorum.
Tığ, her seferinde kaçıyordu ama nihayet zokayı yedi ve mindere geldi!
Ne kadar el ense, kafakol çeksem de yıllardır güreşten kaçtı…
Çünkü onu ne kadar iyi tanıdığımı ve neler yapabileceğimi iyi biliyordu.
Adı çete davalarıyla anılan, sermaye gruplarının basın yayın organı gibi çalışan, “bana kurşun sıktırdı” dediği, ailesiyle ilgili alçakça yazıları kaleme alan adamla yıllar sonra kol kola girip yolda yürüyebilecek kadar “geniş” bir kişiliğe sahip olan bir gazetecinin bir meslektaşına nasihat vermesi ne kadar komik ve abesle iştigalse, son yazısındaki “itiraf” niteliğindeki savunması da o kadar sırıtmış !
Çok tıklanmakla övünen bir gazeteciye verilecek bir yanıtımız yok. Peki bu, o gazete ve gazetecinin “iyi” ya da “nitelikli” olduğu anlamına mı gelir?
Nasıl Halkın Sesi, Pusula’yı ve onu yönetenleri eleştiriyorsa, elbette Pusula da bizi ve haberlerimizi eleştirecek. Çünkü bu kent, medyası doğru ellerde olursa ancak ayağa kalkabilir! Biz hiçbir zaman “en dürüst biziz” gibi bir iddiada bulunmadık. Çünkü bu, halkın ve bu gazeteyi takip eden okurların takdiridir.
Her zaman söylerim iyi ki Ali Rıza Tığ gibi bir düşmanım var. Çünkü onun gibi bir düşmanım olduğu için daha az hata yaptığımı düşünürüm hep!
Ama bana solculuktan dem vurup nasihat verecek son kişi odur!
Hep yazmak istemiştim ama durup dururken yazmak görgüsüzlük olur diye ertelemiştim. Madem Ali Rıza sordu yanıtlamak boynumuzun borcu…
Hani demiş ya; “Ciple gezeceğine yanında çalışanların parasını öde. Solculuk, emekten yana olmak bunu gerektirir. Basın İlan Kurumu’ndan hepimiz aynı parayı alıyoruz. Ama sen çalışanların parasını ödemiyorsun. Biz ev alırız, araba alırız. Ev, araba alırken sana mı soracağız? Pusula’nın muhasebesini takip edeceğine, kendi muhasebeni takip et. Kiralarını öde. Yaptığın bir işten de yüzünün akıyla çık. Yanındakileri, çevrendekileri mağdur etme.”
Doğru, ticareti Ali Rıza kadar bilmem. Ama hiçbir yerel gazetenin sadece Basın İlan Kurumu gelirleri, abone ve reklamla ayakta durabileceğine inandıramaz kimse beni. Çalışanlarının maaşlarını düzenli ödemekle övünen Ali Rıza, “para gelsin de nereden gelirse gelsin” diyebilir! Ama yasal gelirleri dışında kazandıklarını yasalar önünde açıklayamadığı için 2 yıl 2 ay 26 gün ceza almış bir gazetecinin yapacağı tek şey utanmak ve susmaktır!
Cip meselesine gelince… Aslında sen de tüm hikayeyi biliyorsun ama yinede anlatayım… Birincisi, o cip maalesef hiçbir zaman benim olmadı. Yıllar önce üniversiteye işe girmesinde yardımcı olduğum bir kardeşimle dörtte bir bedelini zamana yayarak ödediğimiz cipe 36 ay taksitle kredi çektik. Krediyi de yukarıda bahsettiğim eski bir gazeteci olan aynı kişi çekti. Bu sayede taksitleri 600 TL’ye kadar düşürdük. Taksitlerin bir kısmını o ödedi, bir kısmı da ben. Tam arabanın satışını o kardeşimin üzerine almaya hazırlanırken, aracı satın aldığımız kişinin eski bir borcu nedeniyle trafik aracı bağladı. Ve o cip şuanda eski Üzülmez Karakolu’nun karşısındaki yedi emin deposunda…
Keşke senin gibi maaşları ve kiramızı zamanında ödeyebilsek. Şükürler olsun ki, geç de olsa ödüyoruz. Keşke onu sana söyleyen “lağım faresi” bu gazete sayende kazandıklarını da sana anlatma erdemini gösterebilseydi!
Başka sorunuz var mı?
Yoksa benim olacak da!