Beden sağlığı, ruh sağlığı ve sosyal sağlık insan sağlığını oluşturun üç öğedir. Toplum sağlığı da bu üç ana öğenin etkisi altında şekillenir. Eğer bunlardan herhangi biri insanda bozuksa o insan hasta demektir, beraberinde kişinin toplum içinde sahip olduğu konum gereği toplum sağlığında da olumsuz yansımalara neden olur. Kötü olan bu değildir aslında, kötü olan o toplum ve toplumu oluşturan bireyleri, siyaseten temsil yetkisini elinde bulunduran kişilerin “rahatsız” olmasıdır. Bu rahatsızlık yerelde bir belediye başkanında da olabilir, genelde o ülkenin başbakanında da olabilir. Eğer bu rahatsızlık, beden sağlığından öte ruhsal bir rahatsızlıksa, “kişilik bozukluğu” türünden veya “pisiko-sosyal” boyutlu ise, vay o şehrin haline! Vay o ülkenin haline!

Sırf bu nedenle halklarını “kaosa” sürükledikleri ve insanlarının “acı” çekmesine  ve “zulüm” görmesine sebep olduklarına dair nice trajik örnekler mevcuttur. Şu Osmanlı’yı yönetenlere bir bakın; geçen hafta bir dizide örneklenen, tarihsel olarak da doğru olan, Osmanlı Padişahı Kanuni Sultan Süleyman’ın öz oğlu Şehzade Mustafa’yı ve altı torununu, sırf, “tahtı ele geçirecek” paranoyasıyla, dizlerinin dibinde cellâtlara boğduracak kadar kalpsiz ve vicdansız bir hükümdarın ‘akıl muhakemesi’ sizce ne kadar yerindedir?

Toplum olarak, son on yılda korkunç bir çürümeyle karşı karşıyayız. Eğitimsizlik-bilgisizlik-görgüsüzlük salgın hastalık gibi insanlarımızı tümden sarıp sarmalamış. Sanata karşı ilgisizlik, beraberinde kültürsüzlük insan özgürlüğünü ve birey olma hakkını sınırlayan uygulamalar almış başını gidiyor. Artan kadın cinayetleri, artan hak ihlalleri, trafik kargaşası, çevre kirliliği, yol-su-elektrik sorunları ve buna paralel, “yetke ve imkân senin elinde olsa sen yapmaz mısın?” diyerek hırsızlığa yolsuzluğa dalavereye göz yuman, görmezlikten gelen “makarnacı/gözlemeci” bir zihniyet ve bu zihniyete, alttan üste üstten alta “hoş gören” bir anlayış… Hepsi birden, toplum olarak ruh sağlığımızın, dibe vurmuşluğumuzun bir göstergesi değil mi? 

VE YALAN… VE DEMAGOJİ… VE PARANOYA!

İşte size birkaç örnek:

AKP’li bir belediye başkanının gelini, 1 Haziran 2013 tarihinde, İstanbul Kabataş’ta eşini beklerken bebeğiyle birlikte Gezi Eylemcileri tarafından saldırıya uğradığı, üzerine idrar döküldüğü iddiasıyla ortalığı velveleye vermişti. AKP’nin başı Recep Tayyip Erdoğan olayın gerçekliğini araştırıp soruşturmadan: “Benim başörtülü kızlarıma, başörtülü bacılarıma saldırdılar.” diyerek halkı galeyana getirmeye çalışmıştı. Geçtiğimiz günlerde, olayın düzmece bir “devlet yalanı” olduğu, eylemcilerin yanlarından geçtiği ama saldırıda filan bulunmadığı MOBESE kameralarının kaydettiği görüntülerden ortaya çıktı. Kahreden şu ki, o dönem bazı gazeteler tarafından olayı doğrulayan haberler yapıldı, gazeteci ve yazarlar olayı “hayasızca” dillerine dolayarak laikliğe saldırıp, bunun üzerine basarak siyaset yaptı.

Bir ikincisi, yine Başbakan herkesin malumu 17 Aralık 2013 tarihinde,  “yolsuzluk ve rüşvet” suçlamasıyla devlet kademesinde savcılar tarafından gerçekleştirilen soruşturma ve gözaltı olaylarına set çekmiş, “kendisini ve parti maiyetini” hukuk mağduru göstererek,  faşizan bir anlayışla devlet mekanizmasını tepeden tırnağa altüst etmiştir. Meseleyi şimdiye kadar iktidar ortağı olan “Gülen Cemaati”yle ilişkilendirerek, bunun dış güçlerin, “devlet içinde devlet” olmaya çalışan “paralel devlet” yapılanmasının kumpası olduğu yalanını ve paranoyasını yaymaya çalışmıştı. Velev ki öyleydi, olaydan bu yana epey bir zaman geçti “paralel devlet” yapılanması bir suç teşkil eder, şu ana kadar, devlet hukuku gereği yapılması lazım gelmiyor muydu? Maalesef hiçbir hareket yok. Mademki,  her taşın altından bu melanet “paralel devlet” çıkıyor, o zaman çık açıkla kardeşim, “Açıklarsam yer yerinden oynar” dediğin o belgeleri açıkla, millet de bilsin. Bunlar madem devlet içinde devlet olmuşlar, “Balyoz” ve “Ergenokon” gibi devleti derinden yönetmeye çalışmışlar engelle o zaman. Açıkça riyakârlık bu.

Geçenlerde AKP’nin Kozlu eski belediye başkanı olan, şimdi AKP Zonguldak belediye başkanı adayı olan “zat”, utanmadan diyor ki Kozlu’yu satma meselesine gelince, evet sattık, gerekirse Zonguldak’ı da satacağız. Sattık da cebimize mi koyduk? Kozlu’nun hali ortada. O sattı denilen yerlerde onlarca insan ekmek yiyor.”

Hiçbir akıl muhayyilesi böyle bir demagoji yapamaz. “Sattık” derken, güya yaptıklarının ahlaken tutarlı olduğunu ima etmeye çalışıyor, halka madalyonun kendi fotoğrafı olan tarafı göstererek zevahiri kurtarmaya çalışıyor. Oysa herkes madalyonun öbür yüzünde bu minval üzere kendi cebine koymadığını ama AKP’li “yükleniciler”in cebini doldurduğunu, “avantacılar”ın, “İller Bankası hortumcuları” ihya ettiği, kendi avantasını da “hibe” mukabili eş dost üzerinden örtbas ettiği alenen görüyor.

Ne demiştik? “Yalan… Demogoji… Paranoya…”

Yani her şeyden şüphe etme, şundan-bundan kötülük geleceği endişesi içinde bulunma, vehimle oturup kalkma hastalığı. Bazen buna, bencillik, kibir, gurur, yaptıklarını beğenme gibi hususları da eklersek, söz konusu olur ki, artık o zaman böyle biri tam bir psikopat ve bir deli demektir.

Al en baştakini, vur Zonguldak’takine…