Karşı karşıya kaldığımız enformasyon bombardımanı altında, üzerimize yağan şarapnel parçalarından kaçar gibi olayların peşinde soluksuz koşarken, “İletişim olanaklarının bunca artması çok da iyi değil” gibi bir duygu çoğalıyor bazen içimde. Daha kentte ne olup bittiğini anlamaya çalışırken, ülkenin bir başka yerinde kopan küçük kıyametin haberi geliyor. Duyargalarımız tam oraya yönelmişken, dünyanın dört bir tarafından yükselen sesler bir anda her şeyi unutturuyor. Malum, Ortadoğu cadı kazanından da beter şu aralar. Oradaki her gelişme, iç politikanın esaslı malzemesi olduğu için de dikkatimiz doğal olarak en çok oraya yöneliyor… İşin doğrusu şu ki, şu Ortadoğu denen lanetli coğrafyaya gözümüzü ne kadar dikersek, içimiz o kadar acıyor. Medeniyetler beşiği kadim kentler, yarattığı o muhteşem kültürle değil meydanlarında yapılan katliamlarla yazılıyor artık kafamıza. Bu gidişle bin yıllık kehanet doğru çıkacak galiba, kıyamet, insanlığın başladığı yerde, kadim doğuda kopacak…
Tüm bu hengâme arasında Başbakan’ın gözyaşları, önüne kattığı her şeyi sürükleyen bir sel gibi kızara bozara akıyor üzerimize. Mısır'da öldürülen İhvan liderlerinden Muhammed Biltaci'nin kızı Esma’ya döktüğü yaşlar, ortalama vatandaş nezdinde, gündemdeki tüm pürüzleri, geçmişten kalan izleri, günahları silip vicdanları pirüpak yapıyor bir anda. Yalnızca gönül değil, akıl gözü ile de bakanlarsa, üzerlerine dökülen gözyaşlarındaki tuhaflığı, o garip tadı, sahteliği hemen seziyor. AKP iktidara geldiğinden bu yana, Kürt illerinde polis kurşunu ile altmışa yakın çocuk öldürüldü örneğin. Başbakan hiçbirine ağlamadığı gibi, "Güvenlik güçlerimiz çocuk da olsa, kadın da olsa kim olursa olsun terörün maşası haline gelmişse, gerekli müdahale ne ise, bunu yapacaktır. Bunun böyle bilinmesini istiyorum" sözlerini, paslı bir çivi gibi mıhladı beyinlere. O çivi ile uğraşırken, aklıma Uğur Kaymaz’ın o kara gözleri düştü. Henüz tüy bitmemiş o terütaze bedene saplanan on üç kurşunun açtığı yara bir kez daha kanadı. Akan kanın sıcağı, yalnızca içimi değil, tüm dünyayı kavuruyordu ateşinde.
GÖZYAŞLARI KARIŞMALI BİRBİRİNE
Acılarıyla baş başa kalamamanın, doyasıya ağlayamamanın kahrolası aczi doluyor bazen içime. Acıyı bir siyasi malzeme haline getiren, birbiriyle yarıştıran, gözyaşlarında kendi rengini arayan kara vicdanların yüzüne tüküresim geliyor daha sonra. On yedi yaşında yarım kalmış ne demek henüz başlamamış bir hayatı bırakıp giden Esma’ya sahici gözyaşlarıyla ağlamak gerekiyor elbette. Dünyanın en haklı direnişinde yitip giden Etem Sarısülük, Mehmet Ayvalıtaş, Abdullah Cömert, İrfan Tuna, Ali İsmail Korkmaz ve Selim Önder’le direniş sırasında bir köprüden düşerek yaşamını yitiren polis memuru Mustafa Sarı’ya hıçkıra hıçkıra ağladığımız gibi tıpkı... Bunu söylemenin abesle iştigal olduğunu biliyorum: Hayatı derinlerde yaşayan vicdanı temiz insanların gözyaşları karışmalı artık birbirine. Oluşan o ulu pınarın gözesinde bambaşka insani hasletler yeşerecek çünkü... İnsanlığın kurtuluşu da, acılarımızın tümden bitmesi de, barış içinde yan yana yaşama umudumuz da bu yeşeren güzellikte saklı bence…
Reel politik denen kavramın acımasızlığı karşısında siz de şaşkın mısınız benim gibi? Olayları, olguları değil yalnızca tüm hayatı kendi çıkarları, siyasi ikballeri doğrultusunda yorumlayıp gerçeği kalp, kalbi gerçek yapan kara vicdanlar ne kadar da çirkin değil mi? O insanlıktan nasibini almayan duruş, tiksinti veriyor insana. Sormak isterim, Gezi direnişçilerini lanetler, onlara yapılan her türlü saldırıyı mubah sayarken Rabia meydanında toplanan insanları patlayıncaya kadar alkışlayan ellerin sahipleri, vicdanen çolak değil mi sizce? İstanbul’daki palalı caniyi “insanlık düşmanı” ilan edip, Kahire sokaklarındaki baltacıları “sivil milis gücü” payesiyle olumlamaya çalışan bakış açısı, zifiri karanlıklardan başka ne vaat ediyor ya da? Ya da, 12 Eylül’de zulüm görmüş, darbenin mağduru değil yalnızca yitiği de olmuş, mahpus damlarında ömür tüketmiş insanların, Mısır’daki darbeyi, bin türlü zorlama yorumla “halk hareketi” saymasındaki ikiyüzlülük benim gibi sizin de kanınızı dondurmuyor mu? Bu insanlarla bir arada yaşamanın çok zor olduğunu düşünüyor musunuz sizde?
GÖZYAŞLARI PR ÇALIŞMASI OLARAK KULLANILIYOR
İnsan olmanın, demokratça düşünmenin, bu şekilde yaşayıp tutum almanın bedelinin ağır olduğu günlerin içinden geçiyoruz yine. Her şeyimizle kirleniyoruz. Deveyi tuttuğumuz yere göre tarif eden körler gibiyiz her birimiz. İşte Ergenekon Davası bitti. Yargılama salt AKP döneminde yapıldı diye gerçekten insanlık suçu işleyen canileri aklamak ne kelime, vatan kahramanı sayan ciddi bir politik hat var ülkede. Tam zıttı ya da. Askeri vesayeti geriletme adına o davada yaşanan hukuk dışılıkları görmezden gören, gerçekten darbeci de olsa adil yargılanma hakkını hiçe sayan sözde demokrasi havarileri de var. Bir kör dövüşüdür gidiyor ülkede. Bu patırtı arasında Başbakan ağlıyor? Esma’nın dramı karşısında illiyet bağını nasıl kurduğunu bilemediğimiz şekilde kızlarının aklına geldiğini söylüyor. Kendi yaşamında izdüşümü varmış gibi sanki mağdura oynayarak vicdanlarımızı kanatmaya çalışıyor. Bana sorarsanız başarılı da oluyor. Gözyaşlarının bile PR çalışması olarak kullandığı kötü bir dünyada yaşıyoruz ne yazık ki…
Sözü uzattım yine. Büyük usta Turgut Uyar’la bitiriyorum. “artık şaşıyorum gözyaşına / hiç unutamam çünkü pazarcıların / haftanın her günü / öteye beriye / öteye beriye gözyaşı taşıdığını //… artık şaşıyorum gözyaşına / mutsuzluğun harcını pekiştiren / çaresizliğin gözyaşına / binlerce beygir bir ovayı arşınlarken / yepyeni dişleriyle binlerce tay / ve sonsuz giyimiyle büyük hayat / kuşanırken en mavisini / güvercin toplayarak geldim öteden beriden / ona şaşıyorum / ki hepsi hiç değilse bir kere nisan görmüşler //şimdi artık serinle mülküm /çıkar pabucunu ve gözyaşını / ellerin bir demet güvercin olarak / uçursun uzaklara yukarlara sevdamızı / taşınmaz hiç bir şeyini tutma / aldığın soluk verdiğin kadar olsun / dağlar ve ateş ve kan varken / şakaklarım zonguldak gibi uğuldarken / şaşıyorum gözyaşına.”