Mandalya Körfezi’nin hemen kıyısında, Milas’a bağlı Kıyıkışlacık Köyü’nün tam içinde bulunuyor antik İasos kenti… Efsaneye göre Milen döneminde Argos’tan gelen topluluklar tarafından kurulmuş. Dört bir yanını Ege’nin pırıl pırıl sularının sardığı bir adaymış önceden… Bin yılların taşıdığı alüvyon yükü, denizi doldurup kara ile bağlantısını sağlayarak, bir yarımada haline getirmiş… Arkeolojik buluntular, tarihinin, milattan önce üç bin yılına kadar uzandığını söylüyor. Geçen beş bin yılda, üzerinde pek çok toplum hükümranlık sağlamış İasos’un… Bereketli suları, zamanla, çevrenin en önemli balık ticareti merkezlerinden biri haline getirmiş… Define avcılarının, yağmacıların elinden kurtulan, bence, beş bin yıllık tarihe göre son derce az sayılabilecek buluntu, antik çağlarda balık pazarı olarak kullanılan kervansaray görünümlü bir yapıda sergileniyor şimdi… Balık Pazarı Açık Hava Müzesi tarihin derinliklerinden gelen soluk kesici güzelliği ancak bir yudum olarak sunabiliyor bu yüzden…
Sıcak bir Ege gününde gittim İasos’a… Dik bir yamacın eteğindeki arkaik buluntularda başlayıp, zirvesindeki Roma kalesine kadar uzanan zorlu yolda, kan ter içinde bir gezi yaptım… Gördüklerim karşısında büyülendim sözcüğün tam anlamıyla… Antik çağ insanlarının, günümüzün sözde modern insanını kat kat aşan estetik zevkine, güzellik duygusuna bir kez daha hayran kaldım… Yamacın hemen eteğinde bulunan ve kemerli bir kapıdan geçilerek girilen agora meydanı, amfi tiyatro ve tapınakların ayakta kalan bölümündeki kusursuz işçiliği hayran gözlerle izledim… Sütun başlarına, nakış nakış işlenen motiflerin yaydığı güzellik gönlümü çeldi… Çevrede bolca bulunan tonozlarla, lahitlerde gördüğüm Roma yazılarını okuyamadığım için kızdım kendime… Tarihin gizemini çözmek için uzun yolculuklara çıkan arkeologları kıskandım bu yüzden…
BİR RODOS ŞÖVALYESİYDİM
Zeytin ağaçlarının gölgelediği, çakırdikenlerinin arasından ağustos böceklerinin bitmeyen senfonisini dinleyerek geldiğim burçların önünde soylu bir Rodos şövalyesi gibi hissettim kendimi… Tıpkı onlar gibi kartal bakışlarla burçları süzdüm… Surların en zayıf yerini tespit edip, tek kişilik orduya hücum emrini verdim… Birkaç dakika içinde, tespit ettiğim gediğin önüne ulaştım. Etrafı kolaçan ettikten sonra kaleyi her açıdan film bombardımanına tutacağım fotoğraf makinemi, tek mühimmatım olan su bidonunu çıkardım önce surların üstüne, sonra da pusatsız gövdemi yukarı taşıdım… Ayağa doğrulup, cehennem silahımı boynuma astım ve kaleyi kim bilir kaçıncı kez fetheden muzaffer komutan edasıyla kana kana içtim elimdeki bidondan…
Objektifimle tüm surları tarayarak, her bir köşesini kayıt altına aldım kalenin… Girdiğim bir bazilikanın içinde, orayı mesken tutmuş kertenkelelerden biriyle köşe kapmaca oynadım. Israrla kaçtı üzerine doğrulttuğum objektiften… Sonuçta, o kazandı, ivecen hareketlerle kaybolup gitti tarihin derinliklerinde… Burçların en yükseğine çıkıp önümde uzanıp giden Mandalya Körfezi’ni hayran bir çocuğun hayret dolu bakışlarıyla seyrettim… Zeytin ormanının özenli kıvrımlarla çevrelediği enginlikte bir kez daha maviledim kendimi… İçime dolan güzellik duygusu her yanımdan taşarken, denizin tam ortasındaki kale uzantısı gibi duran sürpriz yapı ilişti gözüme… Zapt ettiği toprakların servetine el koymayı amaçlayan işgalcilerin aç gözlülüğüyle koşmaya başladım ona doğru… Her tuğlası som altından yapılmış gibi gelen o yapıyı da geçirmeliydim elime… Kıyısına vardığımda saçlarını suda yıkayan zeytin ağaçlarının yeşili, karışmıştı gölgesine… Merakla bakındım her yanına… Daha sonra öğrendim ki, İasos’un bereketli sularına düşman gemiler giremesin diye koyun tam ortasına yapılmış bir gözetleme kulesiymiş o yapı…
PET ŞİŞELER, PLASTİK POŞETLER
Kıvrıla kıvrıla uzanan sahilden köye doğru yürüdüm… Her yanı saran pet şişelere, plastik poşetlere düşman gözlerle baktım, bağıra çağıra küfrettim onları bırakanlara… Bir duygudan bir başka duyguya atlayarak geldiğim balık pazarı müzesinde, sergilenen heykellerin görkemiyle soğuttum ancak içimi… Görkemli heykellerden biri antik çağın mavi düşlü tanrıçalarından biriydi… Öyle olduğuna dair hiçbir bilgim yoktu ama ben öyle olduğunu düşündüm, uyduruverdim işte… Uzun uzun seyrettim bedenini, gülüşündeki su sesini dinledim, yüreğinin pıtırtısını müzikledim içimde… Başsız gövdesinin üzerindeki gül yüzü hayal ettim kendimi zorlamadan; Nazım’ın dizeleri aklıma takıldığından olacak,“saçları saman sarısı kirpikleri mavi” olmalıydı, hiç sonbahar düşmemeliydi üzerine… Çıldırtan bahar çiçekleri, en vahşi renkleriyle açmalıydı… Doğanın bunca güzelliği, hayal edilemez cömertlikle sunduğu coğrafyada başka türlü bir şey de düşünmek mümkün zaten…
Diğer buluntuları seyrettim uzun uzun, Türkçe yazılmış tüm açıklamaları üşenmeden okudum. Doğanın bin rengiyle bezeli mozaiklerin desenlerine baktım büyülenmiş gözlerle, albenili renklerin arasında yitip gittim… Lahit kapaklarındaki oymalar, işlemeler şiirli düşler çoğalttı içimde… Yapının tam ortasındaki anıt mezarın hemen önünde ululaşan çınarın gölgesinde dinlendirdim gövdemi… Ahmet Ada’nın dizlerini mırıldana mırıldana ayrıldım İasos’un ışıklı sularından. “Aşka izin yoktu, gün soldu kuşluk vakti / Usul usul konuştuktu hani / Aşkı savunanları düşen bir kenti savunur gibi / Bütün sahici aşkları konuştuktu / Leyla ile Mecnun'u, Elsa ile Aragon'u / Yani ikimizle yarının ölümsüz olduğunu /… Giyilmemiş çamaşırlar gibi kokardı aşkın…”