Ben, insana, insanlık değerlerine güvendim. İnsan, dedim, uydum yaşama.

     Peki uydum da uygun gördüm mü değerlere uyuşu? Eksik buldum, göz yumdum, uyarına gittim çoğu kez. Yoksa acı çekecektim. 

     Derdim adam olmaktı, ama adamını bularak iş çözüldüğünü erken gördüm. Birinin adamı olanın adamı oluyordu. Gerçek adam olmak, çok zordu, çok... 

     Dedem, çocukluğumuzda, bizi Beycuma'ya gönderirken:
     "Tahir Çavuş'un torunuyuz!" dememiz için tembihlerdi. 

     Çiçeği burnunda bir öğretmendim artık. İlk yıl yönetim işlerine yardımcıydık. 

     Eski binadaki kitaplıkta kayıt yapıyorduk. Yabancı dil seçimi zordu. Dil seçimi isteğe bağlı değildi. Veliler özellikle bu konuya takmışlardı kafayı, huzursuzdular. 

     Eşit sayıda İngilizce, Almanca, Fransızca yazıldı kâğıtlara. Memur arkadaşlar, İngilizce yazılı kura kâğıtlarının bir kısmını torbaya koymadılar. Her hâlde adamına göre... İşin ters tarafı herkes çocuğunun İngilizce okumasını istiyordu.

     Memur ağabey, bazı velilerin yerine, isteyerek, kendisi çekiyordu kurayı. Onun çektiği de hep İngilizce çıkıyordu. Tabii her okulda, bu iş, böyle ağzı büzük torbayla yapılıyordu. 

     Yıllar sonra, yeğenim, torbadan Almanca çekmişti. Akademisyen olurken İngilizce öğrenmek zorunda kalmıştı. Babası da amcası da öğretmendi. Aslında bir fısıltı... 

     1980'li yıllar. Çok soğuk, karlı-donlu bir kış.Tokat. Kısa dönem avcı eriyim. Eğitim alanında iyice piştik. Sıra atışlara gelmişti. Atış öncesi hedef görme çalışması yapıyorduk. 

     Gözden gezden nişan alıp üçgen çizdiriyorduk. Çizdirdiğim üçgen bir türlü geçerli olamıyordu. Güya kurşun kalem tabanı kadar dar görecekmişim. Strese girdim. Herkes nişan alıyor, çizdiriyor, gidiyordu. Aşağılık duygusu, heyecan... Hiç silah kullanmayıp... 

     Bir gün, bir Çavuş:

     "Siz hâlâ atışa gitmediniz mi?" 

     "Buradan geçemedim ki!"

     Çavuş, arkadaşına bir şeyler söyledi. Uygulamayı geçtim. Üçgen işi tamamdı. Ver elini atış. 

     Atış poligonunda beni görecektiniz. Yılmaz Güney öfkesi vardı yüzümde. Hayatımda ilk kez silah kullanıyordum. Dağın dibindeki hedeflere önce şöyle bir baktım. Nişan aldım, boşalttım, nişan aldım boşalttım. Dağları inlettim.

     Atış bitti. Sonuç tam isabet. Bir gidişte tüm atışları bitirdim. O ne ciddiyetti öyle. Adamsız iş yapmanın tadını yaşadım birkaç gün, önce gidenlerin gidiş gelişlerini izlerken. Namlu önünde adam yoktu tabii. 

     O büyük deprem sonrasında da kuyruklara girildi. Bir iki kez, herkes yağ şekerle gelirken bizim çocuklar tarakla, oyuncakla geldiler. 

     Bir gün ben de kuyruğa girdim. Çadır ve çadır yapmaya elverişli muşamba gelmişti. Kalabalık, itiş kakışla sıraya sokulmuştu. 

     Nasıl olsa sıradayız, çok da yardım gelmiş rahatlığım vardı. O ara arka taraf bir karıştı, bir kapışma, bir koşuşturma... İnsana güvenen biz, kibar kibar, sıramıza dizildik yeniden. Önümdeki kuyruk, kısalacağına, uzamıştı. 

     Bize sıra geldiğinde çadırlar bitmişti. Muşambaları da adil olsun diye ikiye bölüp pay ettiler kalanlara. Gönderen sağ olsundu. 

     Sevgili okuyucu. Hayatımda en çirkin yüzü de o gün görmüştüm. Adam, bir zafer kazanmış gibi:

     "Ben üç tane çadır aldım!"

     "Nasıl aldın?" 

     "Adamını buldum."

     Maalesef insandı.

     Bana:
     "Çevren geniş. Bir yerden boş dönmezsin. İş becerirsin." derler.

     Günün adamına:
     "Ben adam olmak modeli sergilemeye çalıştım. Adamını bulmak, birisinin adamı olmak yoktu kitabımızda. O nedenle..." 

     Konuştukça yalnızlaşıyorum. Susayım. 

     Yunus olmak zor bu dünyada. İlahinin hüznü bize, pilavı yiyene. 

     Ne diyeceğinizi duyar gibiyim:
     "Adam olana çok bile!"