Zonguldak tüm tuhaflığı, itaatkârlığı, her geçen gün daha da iğdiş edilen değerleri, yok edilen güzellikleri ile karasevdamız bizim… Kendine egemen olan tiranlara boyun eğerek bir kent olma vasfını çoktan yitirmiş, engin Karadeniz ormanları sosyal-kültürel açıdan çorak bir toprağa dönmüş, her milimetrekaresinde olan adım izlerimiz bir bir yok edilmiş olsa da vefasız sevgiliye duyulan imkânsız aşkın sızısı hep sıcak içimizde… Ne yana dönsek ufkumuzda o… Dilimizdeki şen türkü de o, yaktığımız acılı ağıtlar, da… Hangi türde, hangi duygu ile yazarsak yazalım, yazılanların hepsi ona dair kesinlikle… Kederden geberip, çaresizliğin kahrolası aczi içinde debelensek de, bazen günbatımlarında ufku tutuşturan güneşin kızıllığı, bazen tüm duruluğuyla enginlere doğru uzanan mavi suları Karadeniz’in, bazen de inceden esen yelin bir yerlerden sürükleyip getirdiği hanımeli kokusu mahir bir hekim gibi onarır ruhumuzu… Her şeyi unutur şehri, insanları, hayatı sevmeye başlarız yeniden… Dilimizde ettiğimiz küfürlerin acılığı kalır yalnızca…

 

Her şeyin paraya tahvil edildiği şu vahşi kapitalizm çağında kimilerinin hiç anlayamayacağı tuhaf bir aşk hikâyesidir aslında bu… Marazi duygular taşır içinde bolca…  Tanığıyım Ekrem Murat Zaman da bu karasevdaya tutulmuş çocuklarından biridir bu kentin. Tanığıyım, tüm yaşamını Zonguldak’a vakfedip, onca çile çektikten sonra kaderini yazan muktedirlerce “etkisiz eleman” muamelesi görür sıkça, üzülür… Tanığıyım, kentin tüm değerlerini salt kendi siyasal çıkarları uğruna gün gün tüketip yaşanmaz hale getiren ulu efendilerin, “kutlu devlet adamı” payesiyle taçlandırıldığı yerde, çoğu zaman yok sayılmaya çalışır kimilerince, o vakitlerdeyse adeta kahreder… Tanığıyım, beceriksizliğin, basiretsizliğin, empati yoksunluğunun, dalkavukluğun, goygoyculuğun, ben yaptım oldu yılışıklığının bunca prim yaptığı ortamda, hep iyinin, hep güzelin, hep emekten yana olanın, hep gerçeğin peşinde koşar durmadan. Ne de olsa madencidir ya, bilinmeyeni bildirmek, görünmeyeni açığa çıkarmak, eski zamanlardan kalan insan hikâyelerini gün yüzüne çıkarmak gibi hiç bitmeyen bir düşü taşır yüreğinde…

 

ZONGULDAK BİR USTA ÖĞRETMEN

O yüzden belge biriktiriyor, araştırıyor, konuşuyor, yazıyor. Bazen sükûnetle anlatırken, çok zaman da tartışıyor hararetle… Zonguldak’ın biriktirdikleri ile kimilerinin yok sayarak unutturduklarının, en az toprağın altındaki servet-i madeniye kadar kıymetli olduğunu anlatıyor usanmadan. Gazetelerde, dergilerde makaleler yazıyor bu doğrultuda, sempozyumlara bildiriler sunuyor. Bu kez yeni bir kitapla karşımızda yine. Daha önceleri “İnsan Mekan Zaman” adlı kitabıyla kent tarihi araştırmalarına ciddi bir katkı sunan Zaman, “Kömürün Çocukları” adını verdiği yeni kitabı ile Zonguldak’taki madencilik eğitiminin peşine düşüyor bu kez. Yeni kitabın arka kapağında, “…Tozlu arşivlerde madencilik okullarının izlerini sürerek, hem Zonguldak’ın ülke kalkınmasındaki payına ve üzerine aldığı sorumluluğa ışık tutuyor, hem de Kömürün Çocukları’nın hikayesini geçmişten bugüne yansıtıyor. Kömürün Çocukları, bu yönüyle Zonguldak kent belleğine bir armağan olmasını yanında, ülke madencilik tarihimizle ilgili bir araştırma olarak da karşımıza çıkıyor.” deniliyor.

 

Zonguldak’ın, çok şey olmasının yanında usta bir öğretmen olduğunu da iddia ediyor. Kitabını “Sadece madencilik okulunun bulunduğu bir yer değil, madencilik alanındaki ilklerin uygulandığı bir havza olması nedeniyle madenciliğin de okuludur” tezi üzerine temellendirmesi de bundan zaten. Cumhuriyetin ilk yüksek okulunun Zonguldak’ta kurulu olduğunu sıkça okuduk bir yerlerde. Ama savaştan yeni çıkmış kuruluş sancıları içindeki kıtlıkların ülkesinde, hangi meşakkatle, kimler tarafından var edildiği üzerine düşünmedik çok fazla. Bu okulun neden açılıp, neden kapatıldığını çok da merak etmedik. Zaman’ın okumuş çocukları 1924’de açılan Maden Mektebi talebeleri değil yalnızca. Cumhuriyetin kuruluşundan günümüze kadar, Zonguldak’ta yapılan çırak kurslarından, başçavuş eğitimine, teknikerlikten mühendis okullarına kadar tüm süreçleri almış kapsamı içine… Yayımladığı belgelerle de gözler önüne sermiş.

 

BUGÜNÜ ANLAYIP, YARINI KURABİLMEMİZ İÇİN

Henüz satır satır okuyamasam da, sıkı bir şekilde göz gezdirdiğim kitapta 19/9/1934 tarihli, Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal imzalı bir kararname oldukça ilgimi çekti… “Mülga Zonguldak Yüksek Mühendis Mektebinde mevcut olan ilişik listede yazılı fizik aletlerinin, Yüksek Ziraat Enstitüsüne devri, İktisat Vekaletinin 15/9/1934 tarih ve 45 sayılı tezkeresi ile yapılan teklifi üzerine İcra Vekilleri Heyetince, 15/9/1934’te tasvip ve kabul olunmuştur” diyor Atatürk o kararnamede. Listede ne var biliyor musunuz? Birkaç ölçü aleti, birkaç deney tüpü, trafo, izolatör gibi elektrik ve kırtasiye malzemesi… Bugün, sıradan bir okul müdürünün rahatlıkla başka bir kuruma verebileceği ya da ıskata çıkaracağı malzeme, o yıllarda ancak Atatürk’ün onayı ile verilebiliyormuş demek ki bir başka eğitim kurumuna… Cumhuriyetin hangi şartlarda kurulduğunu ve hangi yoksullukların içinden geçerek bugüne ulaştığını bundan daha iyi anlatan bir belge olabilir mi sizce de?

 

Tarih nereden gelip nereye gittiğimizi, hangi acıların içinden süzülüp arta kaldığımız anlatan bir bilim dalıdır. Ne bu kent, ne de ülke uzaydan ışınlanmadı.Onca insanın, kanı, teri, gözyaşı ve harcı var. Kendini padişah zanneden birilerinin babasının malı olamaz bu yüzden… Ekrem Murat Zaman sayısı parmakla sayılacak kadar az araştırmacıyla birlikte bunları ansıtırken, geçmişe doğru yolculuğa çıkarıyor bizi. Bugünü anlayıp, yarını kurabilmemiz için dünümüzü anlatıyor bize. Belki hiçbir sokağa adı verilmeyecek onların, belki bir yerlerde anıtları hiç olmayacak. Ama Türkçe var olduğu sürece ürettikleriyle hep var olacaklar. Ölümlerinin üzerinden değil onlarca, yüzlerce yıl geçse de hep anılacaklar bir yerlerde. Ahmet Naim, Rüştü, Muzaffer, Behçet Kalaycı gibi tıpkı…