Binlerce yıldan bu yana insanlara yurt oldu bu coğrafya. Aynı gök kubbenin altında uzanıp giden yeşil deryada dilleri, dinleri, ırkları zamana göre değişse de, binlerce yıldır aynı toprağı işleyip, aynı suyu içti insanlar. Tarihin her döneminde, günbatımının eşsiz güzelliğine bakıp sevi dolu düşlere dalarak âşık olan pek çoktu. Modern zamanlara kadar, kocayemişin, kestanenin, döngelin, eriğin, kuşüzümünün, ahlatın tadı aynıydı hep… Hep aynı yorgun alışkanla ulaştılar akşama, bitimsiz yorgunluklarını aynı üründen aynı şekilde yapılmış yataklara saldılar… Çok hüzünlendiler, sevindiler çokça da… Türkülere döktü kimileri içini, kimleri manilere söyletti yüreğindeki sızıyı. Hayatlarını ortaklaştırabilmek için yeni sözcükler buldular kendilerine; kadim sözlere kendilerince anlam yüklediler…

 

Kışın soğuğundan, yazın sıcağından korunmak için urbalar diktiler üzerlerine. Kimi zamansa güzel görünmekti dertleri feraceler, fistanlar, bin bir renkli gömlekler çıkardılar ortaya… Kadınlar çoğu zaman kar gibi beyaz, kimi zamansa allı güllü yazmalar taktılar başlarına… Kızdılar, küfürler ettiler ağız dolusu, ilençlerin kem sözün bini bir para oldu o vakitlerde… Toy düğünler kurdular; şenlikler, eğlenceler yaptılar birlikte… Başka yerlerden getirilenler dertlerini anlatmaya yetmeyince kendilerine ait bir ses, nefes olsun diye çalgılar ürettiler… Ağladılar ölülerine, vakitsiz ölümlere ağıt yaktılar… Karasevdalara tutulup da kavuşamayan gariplerin öyküsünü dolaştırdılar dillerden dillere… Her dönemde kahramanları oldu insanların, destanlar yarattılar yarınlara kalsın diye…

 

AKAN TER AYNI ACI TATLA YAKIYORDU DUDAKLARINI

İnsandılar sonuçta, her fani gibi korkuları vardı onların da, dahası anlamlandıramadıkları pek çok şey olup bitiyordu çevrelerinde… İçlerindeki boşluğu doldurmak, hayata tutunacakları dengeyi kurmak, korkularını başka bir dilde söylemek, doğaya kendi istedikleri anlamları yüklemek için söylenceler, tansıklar ürettiler durmadan… Yalandı söyledikleri, hiç de yalan söylemek için üretilmemişti ama… Ne güzel ki, kendi söyledikleri yalana kendileri de inandılar… Seviştiler bolca, yarın umudunu doruklayan gül yüzlü çocuklar getirdiler dünyaya… Ninniler söylediler onlara; içinde ayın on dördü gibi güzel kızların, her türlü meşakkate katlanan oğlanların, berberlik yapan pirelerin geçtiği masallar ürettiler… Ne olursa olsun hep mutlulukla bitti masallarının sonu, sevenler muradına erdi, iyiler yendi kötüleri… Art niyetli cadılar davaları ulu divana kalmadan belalarını buldular bu dünyada…

 

Toprağı işleyip, bereketini artırmak için aletler ürettiler birlikte… Geliştirerek bir aygıta dönüştürdüler zamanla… Tohumdan, ürüne ulaşmak için çekilen büyük zahmete, hep aynı tevekkülle eğdiler boynunu… Yağmurun geciktiği zamanlarda aynı umutla beklediler gökten inecek damlayı, dualar ettiler inandıkları ulu varlığa… Devran döndü, işçi oldular daha sonra, yapılan iş değişse de, alınlarından akan ter aynı acı tatla yakıyordu dudaklarını… Ev kurmayı, yapı yapmayı öğrendiler, öğrendiklerini birbirlerine öğrettiler daha sonra… Pek çok yapı başka ustalar tarafından yapılmış olsa da, aynı elden çıkmış gibiydi bu yüzden… Doyumsuz yaz günlerinde de, bitimsiz kış gecelerinde de oyunlar oynadı çocuklar, ağızlarında aynı tatla uzandılar yataklarına…

 

FARKLI EVLERDE GÜNE AYNI YEMEKLE BAŞLADILAR

Kız aldılar, kız verdiler… Bir törene dönüştürdükleri bu eylemi, yüzlerce yıldır aynı sözlerle yaptılar, aynı ritüelleri gerçekleştirdiler sırasıyla… Büyüklerine saygılarını, küçüklerini sevgiyi aynı duruşlarla gösterdiler… Aynı hareketleri, hakaret olarak saydılar kendilerine… Duydukları seslere, tanığı oldukları olaylara aynı refleksle yanıt verdiler, hep aynı biçimde selamladılar birbirlerini… Aynı topraktan yetişen ürünü, aynı şekilde pişirdiler, aynı sebzeyi, aynı sebzelerle karıştırdılar birbirlerine… Aynı sözlerle karşıladılar sabahı, farklı evlerde güne aynı yemekle başladılar… Aynı sebzelerle aynı ağaçları diktiler bahçelerine, bu iklimde en iyi onlar yetişiyordu çünkü… Ahırdaki ineğine, kapıdaki köpeğine, yük taşıyan eşeğine hep aynı ismi verdiler… Çocuklarının adı da aynıydı nedense…

 

Aynı karanlık gecelerde aynı düşü gördüler… Hiç kan davası gütmediler, kendilerine en kötülük yapan insanlara bile merhamet vardı yüreklerinin bir köşesinde… Düşmanı olsa bile yoldan geleni tanrı misafir saydılar her zaman… Elleri de, gönülleri de, sofraları da açıktı herkese… Dinine bağlıydılar ama bağnazlık nedir bilmediler hiçbir zaman, başka kültürlere sonuna kadar açtılar hayatlarını… Bu yüzden adına Zonguldaklı dediler onların. Sevgili öğretmenim Behçet Kalaycı,  “Yurt bahçelerinden kopmuş birer çiçek. / Türlü renk ve kokularıyla gelerek / Yaratmış bu sevecen halkı / Bir Güldeste'de birleşerek” diyecekti onlar için… ZOKEV’in bugün başlayacak olan “Zonguldak Folkloru” başlıklı bienalinde tüm bunları konuşacağız. Nereden gelip nereden gittiğimizi tartışacağız birlikte… Alanında birikimli bilim insanları ürettiklerini sunarken, biz de Zonguldaklı olmanın erincini duyacağız… Atatürk Kültür Merkezi’ndeki çalışma herkesi aynı özlemle bekliyor…