Dünyanın 4,54 milyar yaşında olduğuna göre, dünkü zaman sayılır; bundan 545 milyon yıl önce, sonradan adına “Paleozoik zaman” denecek jeolojik çağda, Zonguldak, Afrika’nın Madagaskar’la Etiyopya bölgesinde bir kara parçasıydı… Oluşmuş iki kıtasından biri olan Godvana’nın Lavrasya’ya çarpıp, Pangea adıyla tek kıtayı oluşturduğu o dönemde büyükçe bir kara parçası Afrika anakarasından koptu, magma üzerinde yüzerek Anadolu’ya ulaştı… Milyonlarca yıl süren yolculuğun sonunda, şimdiki yarımada görünümü için 100 milyonlarca yıl daha beklemesi gereken kara parçasının kuzey batısında bir yere yamanarak kömür kentinin temelini attı… Yerbilimci Prof. Dr. Övgün Ahmet Ercan, bunları anlatırken, hoş bir ifade bulacak, Zonguldak’a, “Anadolu’nun Afrikalısı” diyecekti… 


KARBONİFER DÖNEMİ


Mavi gezegenini yüzde 85’inin deniz olduğu dönemde magma basıncının etkisiyle alçalıp yükselen sular, 20-30 milyon yılda bir, yeryüzünü, şekilden şekle sokuyordu… Deniz seviyesi yükselince sığ denizler oluşuyor, buralarda yepyeni canlı türleri çıkıyordu ortaya... Milyonlarca yıl sonra deniz seviyesi tekrar düşecek, sığ denizler bataklık haline gelecekti bu kez… Bir tümcede anlatılan olayın çok dramatik sonuçları da olacaktı… On binlerce canlı yok olurken yeni ekosisteme özgü canlı çeşitlerinden oluşan bambaşka bir flora ve fauna görülecekti bu süreçte… Ardından denizler yine yükselecek, suların altında oksijensiz kalan bataklık ormanları üzerini örten tortulların da basıncıyla bugünkü kömür yataklarını oluşturacaktı... Bilim insanları da, “Karbonifer dönemi” diyecekti bu zamana…


İNSANI İNSAN YAPAN EMEKTİR


Paleozoik zamandan Mezozoik’e geçip, oradan Senozoik döneme sıçrayarak, Kuvaterner döneminin günümüzdeki Holosen bölümüne ulaştı dünya… Milyarlarca yıl yaşındaki gezegende, topu tüfeği beş on milyon yıllık macerası olan insanın “tarih yapma öyküsü” tam da bu dönemde başladı… Bir primat grubu olan homonoitlerden ayrılıp Homo Habilis olarak devam ettiği yolda, beynini büyütmek dahil birçok süreçten geçtikten sonra Homo Sapiens’e evrildi… Onu diğer türlerden ayıran en önemli adımsa alet yapmayı öğrenmesi oldu… Bu süreci anlamlandırmaya çalışan âlimler, “İnsanı insan yapan emektir” diyecek, bunlardan biri olan Engels adlı bilge, “Emek tüm insan varoluşunun birincil temel koşuludur. Bu öyle bir ölçüdedir ki, emek insanın kendisini yarattı demek gerekir” sözleriyle açıklayacaktı olan durumu… Alet yapmaya başlayarak kendini diğer canlılardan farklılaştıran insan, kendi ihtiyaçları doğrultusunda doğayı da değiştirirken, zorunlu olarak kendisi de gelişiyor, yeni yetiler kazanıyordu bir yandan… Üretim yapabilmek için bir arada olmak, bunun için de anlaşmak gerekiyordu mesela… Bu ihtiyacı karşılamak için ağız, gırtlak ve dil, beslenmenin yanı sıra, telaffuz edilen sesler çıkarma özelliğine sahip organlara da dönüştü zamanla… Avcılık, toplayıcılık yıllarındaki aletleri daha da geliştirdi, yanına milyonlarca yılda biriktirdiği doğa bilgisini de ekleyerek tarıma başladı… İnsan, tarih sahnesine, “üreten bir varlık” olarak çıkıyordu artık…


JAMES WATT ADINDAKİ İSKOÇ MUCİT


Taştan bakır, tunçtan demir devrine geçtikten sonra, antik çağları aşıp ortaçağı yaşadı insanoğlu… Yeniçağa “Başka dünya mümkün” haykırışlarının yükseldiği ihtilallerle son verip günümüze ulaştı... Tarımın yanına manifaktür üretimi de ekleyen insan, sanayi devrimine, koşar adım girdi… İyi mi oldu kötü mü bilinmez, “Artık ürün” ile de tanıştı bu arada, aletleri geliştirip, doğa bilgisinin üstüne yeni bilgiler ekledikçe ihtiyacından fazlasını üretmesi mümkün oluyordu çünkü… Bu durum kaçınılmaz olarak tufeylileri de çıkardı ortaya… Artık ürüne el koymaya çalışan haramiler, şiddet başta bin türlü yöntemle diğer insanlar üstünde egemenlik kurdu…  İlk insanın işbirliği, kolektif çalışma ve paylaşıma dayalı olarak kurduğu toplumsal yapı da bozulmaya başladı böylece… Kendilerini ayrıcalıklı ilan eden ruhbanlar, baronlar, padişahlar, tiranlar toplumsal eşitsizlikleri çığ gibi büyüttü…  Derken James Watt adlı bir İskoç mucit çıktı ortaya… İcat ettiği buharlı makine ile kas gücünün yerine buhar gücünün geçmesini sağlayarak adına “fabrika” denen bir üretim sistem yaratarak bugünü de belirleyecek yeni bir devrim eşiğine getirdi insanı…


ANADOLU’DAKİ AFRİKA’NIN HİKÂYESİ BAŞLIYOR


İnsanların yarı aç, yarı esir, ücretli köle olarak çalışmaya başladığı bu sistem, yüz milyonlarca yıl sonra, bir kısrak başı görünümü kazanarak adı Anadolu’ya çıkan coğrafyadaki Afrika’nın yeni öyküsünü başlattı… Tenleri Afrikalılar gibi kara olmasa da yerin altındaki zifiri karanlıklarda bedenlerinin her zerresi kömür karasına bürünen, tarihin her döneminde Afrikalı muamelesi gören insanların öyküsüydü bu… Üzerinden sayılmayacak kadar çok kavmin gelip geçtiği coğrafyanın o yıllardaki egemeni Osmanlı’ydı… Sanayi devrimi burada da etkisini göstermiş, Donanma’daki gemiler buhar gücüyle çalışmaya başlamıştı… Buhar için kömür, kömür için de emek lazımdı… Emek de insan demekti… Aranan kömür Anadolu’daki Afrika’da bulundu… Bölge zenginliklerine el koymak isteyen yabancı kumpanyaların akınına uğradı hızla… İnsanın emeği de, kanı da, canı da sudan ucuzdu çünkü burada… Kifayet etmedi, 19. yüzyılın ikinci yarısında 13 yaşından 50 yaşına kadar tüm erkekler, sorgusuz sualsiz, emirlerinde çalışmaya mükellef edildi bu arsızların… Bir diğeri 20 yüzyılın ortalarında uygulanacak mükellefiyet, jandarma zulmüyle uygulanan bitimsiz acının adı odu halkın ağzında… 


NE YAPTIYSA DÖNDÜREMEDİ DEVRANI


Anadolu’nun Afrika’sındaki cehennemi faaliyet grizularda, göçüklerde on binlerce insanın can vermesine neden olurken, çok daha fazlası kömür tozuna bulanmış ciğerlerini oluk oluk kusarak veda etti hayata... Doğaya karşı bitimsiz karanlıklarda verilen ölümüne mücadele birilerinin çarklarını döndürüyordu ama zulüm de çekilmez oluyordu çoğu zaman…  Bıçak kemiğe dayandığında, her anakarada olduğu gibi Anadolu’daki Afrika’da da, isyan ateşleri yandı… Zifiri karanlıklardan sırılsıklam çıkan bedenler, her damlası kapkara kanayan ter kokularıyla; kumpanyaların parfüm, puro ve şarap kokan idarehanelerinin önüne dayandı… “Açız”, “İnsan muamelesi görmek istiyoruz” haykırışlarıyla çınlattı bezirgân kâşanelerinin duvarlarını… Bazen Laz Emin oldu isyanı ateşleyenlerin adı, bazen Satılmış Tepe ve Mehmet Çavdar… Öfke kimi zaman aralarındaki işbirlikçilere yöneldi, kimi zaman ülke kaynaklarını peşkeş çekip, yoksulluğu kendilerine kader kılan hükümranlara… Son olarak 20. yüzyılın sonunda, yüz bin sürme gözle dayandı mesela başkent kapılarına... 


ANADOLU’DAKİ AFRİKA “VE ZONGULDAK” OLARAK YANMAYA DEVAM EDİYOR


Ama ne yaptıysa tersine dönmedi devran... Çok acı çekti Anadolu’daki Afrika, çok da umur gördü… Madenkeşlerin alın teri, can suyu oldu ülkelerin zor günlerine… Bin bir güçlükle kurulan fabrikaların çarkı, onların emeği sayesinde döndü… Teni olmasa da bahtı kara insanlar çalıştı, didindi, üretti ve öldü sessizce… Zalimlerin hep egemen, asalakların hep sırtında olduğu kara yazgısı hep aynı kaldı ama… “Kömür" kelimesi eski Türkçede "yanmak" anlamına gelen "köñ-" fiilinden geliyordu… Çaresi yoktu, milyonlarca yıllık tansık gerçekleşecek, Anadolu’daki Afrika da  “Ve Zonguldak” olarak yanmaya devam edecekti ahir zamanda… “Ve Zonguldak” bu kara bahtın, “Ölümlerden gelip ölümlere gitmekle” lanetlenmiş coğrafyanın yeni adı olacaktı… Adına Nazım denen koca bilge, bir başka nedenle de olsa “Tarihsel, sosyal, ekonomik şartların / zarurî neticesi bu!” diye açıklamıştı bu durumu… Arkasından da haykıran bir sesle bizim hissiyatımızı da dökmüştü dizelere: “Deme, bilirim! / O dediğin nesnenin önünde kafamla eğilirim, / Ama bu yürek / O, bu dilden anlamaz pek. / O, ‘hey gidi kambur felek, / hey gidi kahpe devran hey’ der.”



Not: Bu yazı daha önce www.tersdergi.com adlı internet sitesinde yayımlanmıştır.