Koskoca bir ömrü ayağı prangalanıp bedeni toprağına mıhlanmış gibi hep aynı kentte harcayan bir düş gezginiyim ben… “Tekaüt” olup devletten “ihtiyarlık maaşı” almayı hak edince, çoluk-çocuk her zamankinden daha uzun bir tatile çıktık haklı olarak… Bedenimizi güneşin sıcağına teslim edip, gözlerimizi doğanın soluk kesici güzelliklerine açarak, dolaşıyoruz Ege’nin kıyılarında… Zonguldak’a bir parça yenileşmiş, Ege’nin kadim kültüründen aldığımız feyizle biraz daha yoğunlaşmış olarak dönmek istiyoruz. Becerebileceğimi sanmıyorum ama “vakit” denen kavramı kafamı takacağım bir nesne olmaktan çıkarmak istiyorum yavaş yavaş… Zamanın akışını yavaşlatıp, hayatı daha başka boyutta tadını ala ala yaşamak, bizi biz olmaktan çıkaran anamalcı düzenin kıskacından kurtulup, her yanımda bin bir rengi ile açan ebruli çiçeklerin kokusunu, rengini, coşkusunu daha derinlerde yaşamak istiyorum…
Fukaralık işte, gariban gönlüm başkalarının belki de anlatmaya bile değer bulmayacağı gezintiden kitaplar dolusu güzellikler, anılar devşiriyor. Bedenimi saran ateşin sıcağından olmalı, hepi topu on beş, yirmi gün sürecek bir tatilden, kallavi bir “Ahmet Çelebi Seyahatnamesi” çıkarmaya meyyalim şu aralar. Tıpkı Marmaris’in suları gibi mümbit içimdeki sözcükler… Altından ulu nehirler akan bitek bir toprak gibi bir parça eşelesem rengarenk cümlelere dönüşerek çıkıyor gün yüzüne… Gördüğüm her detayı not alıyor, izlediğim her güzelliği tıka basa içime dolduruyorum bu yüzden… Bir “güzellik arsızı” olan gönlüm doymak bilmiyor yine de, yüreğimin kuytuluklarında, beynimin kıvrımlarında yeni yeni alanlar yaratıp ovalar, dağlar, engin denizler dolusu “estetik imge” arşivi oluşturuyor. Ulu ırmaklar olup, çağlayarak akıyor sonrasında da…
ÇAM KOKUYOR HER YANIMIZ
Güllük Körfezi’ni o her dalı yemiş dolu toprağından Marmaris’e doğru yola çıkarken bunlar var aklımda. Dönüp dolaşan bilgi kırıntılarını, fikri kıvılcımları olgunlaştırıp bilince çıkarmaya çalışıyorum. Gözüm elimdeki kitapta ama satırların arasından çevreye bakıyorum yine de. Günlük güneşlik bir havada sürpriz bir sis bulutu olarak önümüze çıkan Yatağan aynı kaderi paylaştığımız bir kardeş kent olarak doğuyor gönlüme. Santralin yaydığı bildik dumanı acı acı soluyorum… İlk kez uğradığım bu diyarda otobüsün camından gördüğüm madenci heykeli heyecanlandırıyor beni, bir kardeş sofrasına gelmiş gibi duygulandırıyor. Kaidesindeki “Bir avuç kömür için, bir ömrü harcayanlara” yazan heykeli fotoğraflayamadığım için üzülüyorum…
Zeytuni yeşilin çam kokusuna karıştığı ormanları aşıp zirvelere tırmanıyoruz. Otobüsün yorgun homurtularla tırmandığı dağ, bıçakla kesilmiş gibi bitiyor birden… Bol virajlı inişin tam başında, Gökova Körfezi, zifiri karanlığın içindeki tanyeli ağartısı gibi, uçsuz bucaksız güzelliğiyle dikiliyor karşımıza. Derin bir soluk alıyorum hemen, Orhan Veli’nin “Birden denizi göreceksin / Sakın şaşırma” dizelerine sığınarak körfezi izliyorum. Yeşilin her tonu ile nakışlanmş bir halı gibi uzanan toprak, kösnül düşler biriktiriyor içimde… Her renginden ayrı ayrı öpesim geliyor; yapraklarla, otlarla özgürce sevişen arıları, böcekleri, kelebekleri kıskanıyorum bu yüzden… Gökova’yı aşıp Marmaris’e doğru yaklaştıkça her düşümüz çam kokuyor artık… Yamaçlara doğru yayılan sedirler, pitoresk görüntülerle göğe doğru uzanıyor… Orman altı bitki örtüsü de değişiyor, Ege’de değiliz de balta kesmez Karadeniz ormanlarındayız artık…
İNSAN GÜZELİ İKİ İNSAN
Denilenden biraz geç de olsa, doğanın bin bir tonu ile bezenmiş, rengârenk bir ruhla iniyoruz Marmaris otogarına… Koca gövdesinin tamamını altın bir yüreğe tahsis etmiş İzzet Kurtman, sözcüklerle anlatması zor bir coşkuyla karşılıyor bizi. Uzun yıllar birlikte çalıştığım, yalnızca iş değil hayat bilgisi bahsinde de çok şey öğrendiğim, örnek aldığım başmühendisim, bir ışık seli gibi evreni kaplamaya hazır kollarla kucaklıyor hepimizi… Emekli olduktan sonra yerleştiği Hisarönü Körfezi’ndeki Turgut Köyü’ne gidiyoruz birlikte… Çam ve zeytin ormanlarının, direklerinde egzotik düşler taşıyan yüzlerce yatı konuk eden mavi çarşaflı koyların arasından geçerek giriyoruz Turgut Köyü’ne… “Yaşanacak yer, mesken” anlamına geliyor Turgut. Çevreye bakınıyor, eskilerin “ismiyle müsemma” deyimiyle selamlıyorum köyü…
Püfür püfür esen yasemin kokulu bir bahçede, İzzet Bey’in mahir ellerle yapıp, Oya Hanım’ın estetik dokunuşlarla sunduğu yemekler, doğrusu bu ya, tam bir şölene dönüşüyor. Bahçeden hemen toplanıp, yıkanan sebzelerle yapılıyor salatamız, mönümüzün vazgeçilmez tadı deniz börülcesi denizin kenarından toplanıyor. Yıldızlı gecelerde, İzzet Bey’in de, benim de hiç alışık olmadığı saatlere kadar süren sohbetler Zonguldak’tan, siyasete, müzikten, şiire hayatın her alanına yayılıyor… Ortak dostlarımızın kulaklarını çınlatıyoruz en çok da… Zaman zaman su sesini andıran gülüşlerle dile getiriyoruz sevincimizi. Evin köpeği Mavi’nin şirin havlamaları ağustosböceklerinin seslerine karışıyor. Keçilerin çan sesleri, tavuk gıdaklamaları, inek böğürmeleri doğanın unuttuğumuz renklerini dolduruyor kulağımıza…
Horoz sesleriyle uyandığım üç sabah çocukluğumun o tadı benden hiç gitmeyen günlerine döndürdü beni… Bu yüzden bir çocuk sevinciyle daldım Turgut şelalesinin soğuk sularına. Başımı müzikli bir çağıltıyla akan suyun altına tutuğumda, hayatın kirinden pasından arınmış hissettim kendimi. Turgut Koyu’nun pentürlü vuruşlarla mavileştirilmiş gibi duran berrak sularını neşe içinde kulaçladım. Marmaris’ten ayrılırken, yalnızca doğadan değil insandan yana güzelliklerle de doluydum. İzzet, Oya Kurtman çiftinin nezaketi, inceliği, güzelliği ve birbirilerine duydukları bitimsiz sevgi büyülemişti bizi… Çocuklarımın adına da mutluydum, hep anlatmaya çalıştığım estetik hazlarla bezenmiş güzellikler dünyası, insan suretine bürünmüş olarak karşılarındaydı çünkü… Ayrılmanın hüznünü, bu sevince yükleyerek bindim otobüse. Gönlümde zaten ayrı yeri olan Kurtmanlar, estetik imgeler arşivimin sönmeyen yıldızlarıydı da ayrıca…