Eşime en çok sorulan sorulardan biri:

     "Hayri abi kıskanç mıdır?”

     Cevap hazır:

     "Yo! Nerede!"

     Haklıdır. Güven var, kıskançlık yok. 

     Şimdi evdeyiz ya! Zaman bol. Aynı soruyu kendime sordum. 

     "Oğlum Hayri, sen, kıskanç bir insan mısın?"

     Hemen cevap gelmedi. Özentilerim, beklentilerim, kıyaslamalarım var da... Acaba o tür şeyler mi kıskançlık? Ta çocukluğuma kadar indim. Makam mevki, ev, eş, araba, para pul, yakışıklılık, mangal, ün, yarış... Düşündüm, düşündüm de kararımı verdim en sonunda. 

     "Evet, kıskancım!"

     "Peki, kimleri kıskanıyorsun?" 

     "Sünnet çocuklarını!" 

     "İyi misin? Sokağa çıkmaya çıkmaya..." 

     "İyiyim! Hem sordun! Hem de!.. Sen bilmiyor musun, o güzel giysiler içinde düğün ortamında çocukları görünce çocukluğumla kıyaslayıp iç çekmelerimi? Hediyeler, ilgiler, şımarmalar, bir sürü para saymalar... Hele üstü açık arabalarla, taçlı krallar, prensler gibi dolaşmalar... ve balkondan izlerken dalıp gitmelerim, acı çekmelerim... Herhâlde kıskançlıktı bu! "

     Bak hele!

     Tam altmış yıl öncenin masalı oynuyor içimde: O ataerkil yaşamın tahta evinin bir odasındayız. Yer yatağındayız üç çocuk. Banyo, ocak odanın içinde. Tuvalet dışarıda, ortak alanda, odanın arka tarafında. 

     Rahmetli annem, yatağı ıslatmayalım diye bizi sık sık tuvalet için kaldırırdı. Uyur gibi, gözlerimizi açmadan, gidip gelirdik. Güp diye yatağa atardık kendimizi. 

     O sabah gafil avlandık. Tuvalet dönüşü, eşiğin önünde durduruldum. Gözlerimi açtım, o adamı gördüm. Şişik, meşin çantalı çocukluğumuzun korkulu rüyası. Çömelmiş, hazır bekliyordu. Elinde ustura, bıçak, makas, pamuk, bez, neyse. Güya beni etkilemek için pis pis sırıtıyordu çocukluğumun Erol Taş'ı. 

     "Ya Allah! Bismillah!" der demez, amcamın biri belimden kavrayıp beni havaya kaldırdı. Diğerleri bacaklarımı kayırdılar. Zaten korku bitirdi beni. Öldüm gittim be! Ne sürdüler bilmiyorum. Galiba bir avuç kül... Birkaç gün, üstümde bir fistan, bacaklarım kaykık, paytak paytak yürüdüm. Bırak düğünü! Ne şeker, ne naz! Belki vardı da ben unuttum. 

     Adam, şimdi bile gözümün önünde. Cellat gibi, Camoka gibi bir şey! Çevrede çok saygındı ha! Askerde öğrenmiş işi.     Hem doktor hem veteriner! Bizimkilerin de işine geliyordu. İş, yerinde bitiyordu. Cebine bir şeyler... O kadar! 

     "Eee!" 

     "Ne e'si, kıskancım işte! Sordun ya!" 

     Tam o sırada kahvaltıya çağrı:

     "Haydi kalkın! Yatıp durmayın öyle! İyice koktunuz!" 

     Kalktım. Dışarıya baktım. Gerçek, mesafeli yine. Balkon serbest. 

     Bugün güneş gelmiş, buruk buruk bakıyor. Özgür kuşların ötüşü, çocuksuz neşesiz. Köpekler süzgün. Kedi rahmetli ninem gibi bakıyor balkondaki bize! Vay be! Çocuğa sokak yasak! Çocuksuz sokak bir tuhaf! Olmadan saldırdıkları eriklerin boynu bile bükük. 

     Bu balkon o balkon değil. Yeni bir masala düştüm. Çocuk yaramazlığı özledim. Kıskandığım çocuklar bu çocuklar olamaz! Artık onları kendime daha yakın buluyorum. Onlarla birlikte uzaktan yaşıyoruz. Hatta... 

     Benim sünnet düğünüm olmadı, ama Atatürklü, bayraklı, marşlı, türkülü coşkulu bayramlarım vardı. Bireysel ezikliğimi ulusal coşkular tedavi ederdi. 

     "Ne oldu? Kıskanmaktan vaz mı geçtin?" 

     "Bu çocukların da bayramları hüzünle kesildi. 23 Nisan yaklaştı. Camda, uzaktan bayram kutlamak..." 

     "Tamam! Tamam! Anladım. Çocuk kıskanılmaz. Çocuk, sevilir sadece, karşılık beklemeden, çiçek sever gibi. İçindeki çocuğu da sev ey Hayri dede!"

     Son kararımı verdim. Kıskançlık yok, sevmek var. Tabii, pürüzlere, virüslere karşı uyanık olup birlikte direnerek... 

     23 Nisan akşamı, belli saatte, çocuklar için balkonda olacağım. Dışarı çıktığımızda, ilk sünnet çocuğuna kitap götüreceğim.

     İnadına, hem kendi yerime hem de senin yerine oynayacağım ey güzel çocuk!

     Kıskananlar çatlasınlar!