1950'lerde köyde doğdum. Gözümü açtım, kendimi bildim, anamı gördüm. Çocukluk çevremde daha çok kadınlar vardı. 

     Erkekler, adamlar, evden çabuk kaçtılar. Onlar, güya, büyük iş peşindeydiler. Para kovalayıp para harcarlardı. Boş zamanlarında kahvede pişti oynarlardı. Çifte omuzlarında, ormana ava giderlerdi. Yaşlılar, cami önündeydiler. 

     Haklarını yemeyelim, bizi gördüklerinde şeker verir, saçımızı okşarlardı. Şehirlere, önceleri, eşsiz, çocuksuz, onlar giderlerdi. 

     Biz, çocuklar, babaanne, anneanne, anne, abla, yenge, teyze, hala yanında büyüdük. Kedilerle, köpeklerle, tavuklarla oynadık. Önce beşikle, sonra beşiksiz, tarlaya bahçeye götürüldük. Yürüdük, üretime katıldık. Kadınların, kızların sırdaşı oldu çocuk gözlerimiz... 

     1960 başları. Zonguldak, ikinci yuvamız. Karaelmas, geçim seçimi. Köyden kente, kentten köye gidiş geliş; en büyük değişim.
 
     Gecekondumuz, okulumuz oldu. 

     Para kazanan erkekler, iş dönüşü kahvelerde, bir kısmı birahanelerde takıldıkları için, biz, yine annelere, ablalara, kadınlara kalırdık. 

     Yaz başlarında, okullar tatil olunca, kadınlarla birlikte, köye, dede, nine yanınaydı yolculuk. Güzün, işleri bitince kente dönerdik yüklerle. 

     Ah çocuk gözlerim, ah! Nelere dikkat etmişsin! Kadın sırlarını ta bugünlere taşımışsın, yazık! 

     Köyden çıkışta, yerel giysiliydiler analar, ablalar, yengeler, teyzeler. Hüseyin Çavuşoğlu Köyü bitişindeki koruda kılık kıyafet değişimi yapılırdı heyecanla, çabucacık.  

     Al don, yöresel bir giysiydi kadınlarımız için. Fistanın altında, ayaklara sarkan, körüklü bir eklemeydi o. Güzeldi aslında. 

     Kadınlarımız, şehirliler yadırgadıkları için, bu alt giysiyi çıkarıp pijama benzeri bir şey giyerlerdi kente dönerken. Köye dönüşte  tersi yapılırdı o koruda yaramazlığın. 

     Toplum baskısının garip tedirginliği vardı davranışlarda. O güvensizlik bize de yansırdı aslında. 

     Çocuk gözlerim, bilinçsiz bakardı, göremezdi olanları. Yorum yoktu önceleri. Kulaklarım duydu büyüdükçe. Köydeki büyükler, kentteki sonradan görmüşler yargıladılar çocukluk arkadaşlarımı. Bazen de küçük düşürdüler bakışlarla, sözlerle. Onlar sessizlerdi, usluydular, boyun eğdiler buyruklara. Her şey uyumluydu görünüşte. 

     Sevdiklerimizin ezilişi, direnç tohumları ekti ruhumuza farkında olmadan. Direnemedik ezilme korkusundan. Sonraları  Köroğlu, Dadaloğlu dinleyerek sakinleştik Ruhi Su'dan, Cem Karaca'dan. 

     İşte böyle!

     Büyüdüm. Yatılı, burslu okudum. Büyük kentlerde yaşadım. Ana, kız kardeş, babaanne, hala, teyze, yenge uzaklarda kaldı. Yeni çevreler oluştu kadın erkek ayırmadan, mesafeli. 

     Çekirdek ailede, bir koru yaşamı oluşturduk zamanla. Orada pişirdik birbirimizi. 

     Okulda, cami önünde, kahvede, caddede, sokakta, erkekler dünyasındaydım artık. 

     Kadınlar çok da rahat  değillerdi, dışarıdan bakışlarımda. Toplum önyargılıydı hâlâ onlara karşı. "Namus belası" onlara yazgıydı sanki. Âşık olan, âşık olunana egemendi çoğu kez. Dişi kuş zordaydı yuvada, yuva çevresindeki uçuşlarında. 

    1970'ler, 80'ler, hatta 90'lar... böyle gelip geçti. Denizciler Caddesi'ne ayarlıydı gözlerim. Köylerden küme küme gelişlerin geçit törenini izler gibiydik. Orası bir eğitim yeriydi sanki, şehirli yaptı bizi. Büyüdü kent. Çeşitlendi her şey. 

     Demokrasi vardı. Kadınlar haklarına kavuşalı neredeyse yüzyıl olmuştu. Yeni yaşama, yeni umutlara koşuluyordu köylülük sıyrılıp atılmadan. 

      Öğretmen bakışıyla bakıyordum çocukluğumun korusu gibi gördüğüm caddeye. Eyvah! Gözler giysilerdeydi yine, özellikle kadınların giysilerinde. Saçlar özgür savrulamadı rüzgârla. 

     Kadınlarımız, mini etekle (çok az da olsa), pantolonla, çarşafla (sonraları türbanla) dolaşmaya başladılar sokaklarda, caddelerde. Allah! Gözler, hayran mı, düşman mı anlayamadım ilk yıllarda. Karışma hakkı tanırdı birçok kişi kendine. İlgi, laf atmalar gırla giderdi.  Utanırdım çoğu kez yanımdaki yerine. 

    Biliyordum, yetişmiş öncü, örnek kadınlarımız da vardı her yerde. Bakan, görmeliydi artık bunu. Alkış bekleyene hakkı verilmeliydi erkek kadın ayırmadan. Güçlü, dik duran, özgür anadan özgüven kapmalıydı çocuk. 

     Sokakta, caddede korkusuzca yürüyebilen kadın kahramandı . Kızlar okudukça, iş ortamlarında göründükçe kahramanlar çoğaldı. Kol kola yürüyen çiftler, yanlarındaki çocuklar, güzel günlerin umutları gibiydiler.   

     Her şey zamana bağlı. Her çağ kendi görüntüsünü verir. 

     Gençlerin en büyük kavga nedeni kız arkadaş ilişkileriydi bir zamanlar. Okul kapılarında, sokak aralarında kavga bitmezdi hiç. Artık kafeler buluşma yerleri oldu. İlişkiler sokaktan, caddeden çarşılara taşındı. 

     Hey gidi yıllar, hey! Anılar, bugüne taşıyan basamaklardır. Birkaç basamak inelim şimdi. 

     Bir lise son sınıf. Muhdi Bey, erkekleri, sınıftan alıp götürmüştü. Dersi kesip söyleşiye daldık kızlarla. 

     Kızlar, konu açtılar, sorular sordular. Konuştuk, tartıştık. Ben de şu soruyu attım ortaya:
     "Kızlar, Denizciler Caddesi'nde rahat dolaşabiliyor musunuz artık?"

     Arı kovanına çomak sokmuşum. Hep bir ağızdan dert yanmalar, parmaklar...     

     Bir kız öğrenci:
     "Öğretmenim, çok laf atan oluyor. Fırsat bulsalar el kol..."
     Bir diğeri:
    "Yaşıtlarımız neyse de o yaşlı başlı adamların bakışları, lafları çok dokunuyor bize! Neredeyse kızları, torunları yaşındayız! Arkamıza bakmadan kaçıp gidiyoruz." 

     Söyleşi, heyecanla sürüp giderken, arkadan bir ağlama, hıçkırma sesi geldi.  Bir kız öğrenci, sıraya kapanmış, ağlıyordu. Birkaç arkadaşı, onu sakinleştirmeye çalıştılar. 

      Hıçkırıkları delip gelen ses, sınıftaki söyleşiyi bitirdi:
     "Bana, şimdiye kadar, hiç kimse, laf atmadı!" 

     "...!" 
     Kız, sözünü bitirdi, yeniden sıraya kapandı. 

     Üzüldük mü, güldük mü unutmuşum. 

     21. yüzyılda, şimdi...

     Köyümün yolu o korunun dışında. Yeni yolcular, özel arabalarla, o hikâyeden habersiz gidip geliyorlar köyden kente, kentten köye. Kılık kıyafet değiştiren yok yolda. Al donu da bilmezler torunlar. 

     Denizciler Caddesi tıklım tıklım. Kadın erkek, cıvıl cıvıl, vızır vızır. Bir o yana, bir bu yana gidip geliyor herkes. Geçim koşuşturmasıdır bu. Kılık kıyafet bin bir türlü. Karışılsa da kıyafete, davranışa, görülmüyor kalabalıkta. 

     Dedikodular bitmiyor ha! 

     Yaşlı diye etiketlendim, emekliyim. Çocuk gözüyle bakmaya başladım çevreye ama, bakışım denetimde. Erkeklere güvensizlik kokusu var yine havada. Taciz diye bir sözcük kirletiyor ilişkileri. Söze, ele dikkat yaşlı dede, dedim kendime! 

     Aa! Genç erkekler, işte, kahvede, kafede, sokakta... Biz kaldık ev çevresinde, kadınlarla, kedilerle, köpeklerle. 

     Haberlere, Müge Anlı'ya, Esra Erol'a  falan bakınca titriyorum. Bir şeyler oluyor yine. Kadınlar, yine rahat değiller caddelerde, sokaklarda, uygarlığın ıssız labirentlerinde. 

     Bu çağda "şiddet, kadın cinayetleri" sözleri yakışmıyor insanlığa. 

     Ta ilk derslerimize gidiyor aklım, Atatürk'ü etkileyen Tevfik Fikret'e. 
    "Elbet sefil olursa kadın alçalır beşer." 

     Kadınların, sığınmak için, koru aradıkları yerde uygarlık yoktur. 

     Ağlatılan anayı gören çocuk gözü, bir mermidir, hedefini arar durur yaşam boyu. 

      Haydi, çocuk gözlerimi alın da bakın dünyaya!