Bu günlerde geçecek, bu dertlerde bitecek. Öyle ya; çıkmayan candan ümit kesilmezdi, kodlarımıza kuşaklar öncesinden böyle yüklenmişti, aksi halde yaşanmazdı bu dünyanın adaletsizliğiyle.
Pozitif düşünce kavramı her koşulda işe yaramıyor elbette ama teselli olmuyor da değil hani içinde, bir oyana bir buyana çalkalandığımız şu zamanda.
Yaşamak denilen olguyu sorguladığımda hakkını verip vermediğimi düşündüğümde ne garip ruhumun ölgünlüğü ağır basıyor ve ne yalan söyleyeyim, kendimi sisteme karşı yenilmiş hissediyorum. Vasat bir varlık gösteriyor olmak ruhuma da bedenime de ağır geliyor doğrusu.
Hoş elinde kılıcını gökyüzüne doğru tutanlarda icraat söz konusu olduğunda vasatında altında kalıyor ama aramızdaki tek fark onların kılıcı var ve keskin.
Yine gönül penceremden seyrederken âlemi yolunda gitmeyen işlere yolundan edilenlere sızlandım her zaman ki gibi. Ucu kendime de dokunuyor bu sitemlerin.
Güya yaz gelecekti ve biz insanlar umutsuzluğumuzun içinde sıkışıp kaldığımız zamanların acısını çıkartacak, yaşamın hakkını verecektik. Bu defa mücadelesini verdiğimiz yerden başlayacak, sağlıktan daha önemli hiçbir şey yok diyecek, sorunun adı her ne olursa olsun üstesinden gelecektik.
Kararlıydık çünkü ölümün kıyısından dönmüştük, yüzyılın lanetini planlayarak üzerimize salanlar tatmin olmuyorlar, çaresizliğimizin üstüne korku salmaya devam ediyorlardı.
Evde ki hesap ne yaparsak yapalım çarşıya uymuyordu, zaten hiçbir zamanda uymamıştı ki.
Felaketin adı değişiyor, acı değişmiyordu. Nefes alan her şeyin canına okumak için fırsat kollayanlar iş başındaydı.
Bir virüse tutsak edildik ya ve en ağır bedeli ödedik ya, işte burada Tanrı’nın sessizliğine de sitemler etmedik değil affola.
Orman yangınları kalbimizin içini kül ederken, sel baskınları ruhumuzu acıyla yıkarken biz bel bağladığımız yazdan gereğinden fazla ümitli takvim yapraklarını kopartıyorduk, hem de yarın daha iyi olacak ritüelinde. Dedim ya pozitif düşünce bilinçaltı kodlamaları fasa fisoydu yaşadığımız gerçeklerin yanında.
İnançlıydık evet ama inancımızı sorgularken buluyorduk kendimizi, düşünün artık ne denli yılgın, yorgun olduğumuzu. Tanrı’nın gücünü zorlayanlarla baş edebilmek sanırım imkânsızdı.
İş bilmezlerin çözümsüzlüğünde, aynı acıyı birden fazla yaşamaya mahkûm edilirken bile kendimize yalanlar söylüyorduk koro halinde. “Her şey çok güzel olacak” “geççek” “yarınlarda umut var” gibi gibi. Bilirkişilerin bile sözcükleri birbirine nasıl düğümlediklerini gördük medya yayınlarında.
Konuşmak tartışmak fikirler üretmek var edilen sorunları çözmüyor aksine üzerimizde yapılan deneylerin dozunu artırıyordu. Duyduklarımız zihnimizi çürütüyordu ve umudumuzu öldürüyordu her geçen gün.
Kendimize söylediğimiz yalanlarımızda günün sonunda yorgundu artık, tıpkı bizim gibi onlarda bitap düşmüştü bu keşmekeşin içinde. Sessizleştiğimiz zamanlar, kendimize borcumuzu katlıyordu aslında bir süre sonra gerçeği görmezden bilmezden geliyorduk. Bunun adına kabule geçiş deniyordu yahut öğretilmiş çaresizlik.
Daha düne kadar toplum baskısını, hatta mahalle baskısını hiçe sayacak, el âlem ne der kaygısı yaşamaksızın imkânlarımız dâhilinde şifalanacaktık zamandan, öyle kodluyorduk zihnimizi, bel bağladığımız mevsimler art arda tükenirken yarınlardan içimiz soğuyordu. 
İyi şeyler duymak için ses aramak var ya; o hepsinden beter inanın, kendine olan inancını yitirmek zavallı yapıyor insanı. Galiba tam da bunu istiyor sistem bizlerden ve zamandan. 
Her neyse işte;  umudumuzu bağladığımız yaz mevsimi, hem geç, hem de güç geldi. Cep delik cepken delik tekerlemesiyle uçurumun kıyısında son kozumuzu oynuyoruz. 
Karamsarlığın iyice zirve yaptığı, ekonomik krizin ruhumuzu çatır çatır öldürdüğü zamanları bizde öldürüyoruz artık.
Ekmek kavgasının bütün zorlukların üstüne çıktığı şu günlerde içimizdeki korkuyu öldürebilecek miyiz dersiniz. Kılıcı keskin olanlara karşı kazanabilecek miyiz var mı bir formülü olan, var mı cesareti olan…