Yaşamak, bugünü düne, dünü bugüne taşımak. Sarmal bir şey!..

     Bugün 23 Temmuz 2020. Dün 1960'lar. Yer Zonguldak-Kozlu-İHSANİYE. Taşıyıcı yıpranmış, terk edilmiş amca evi. Eylem, evin çevresini, artık yaşlanmış iki yeğenin - çalıdan, dikenden- kurtarma çabası. Duygu özlem.

     O yıllar, "Zonguldak Paris gibiydi". Kömür - ömürleri karartsa da- Zonguldak'ı gözde yapmıştı. Herkesin gözü oradaydı. Trabzon, Kars, Sinop, Rize... yani bütün Türkiye oraya akmıştı. 

     Babam ve üç amcam, madene, Kozlu'ya göçtüler önce 60'larda. (Sonra iki amcam Almancı...) Göç gecekondu kültürünü yarattı. Gerçekten, bir gecede konan evleri gördü, yaşadı çocukluğumuz. 

     Baba evim, İhsaniye yaşamında, Ontemmuz Mahallesi'nin en ucunda, Büyük Tünel üstünde bir odalı gecekonduydu. Tam karşımıza (Arada dere vardı.) Şaban amcam (Nüfustaki adı Hayri'ydi.) için de bir ev kondurulmuştu. Bu kondurma işlerini, dedem, ta köyden ayarlıyordu.

     Şaban amcamın evi, önce bir oda, bir mutfak (mutfak denirse) olarak yapılmıştı. Kapı yerine cav çuvalı konmuştu. Eşya mı? Eşya hatırlamıyorum. Odanın bir köşesinde yatak olduğu var aklımda. 

     Evin çevresi ürkütücüydü. Yan taraftaki  eski taş ocağı gizemliydi.  Yakında Trabzonlu aileler vardı, ama çevrede ışıklandırma yoktu. Çalılı, dikenli, yılanlı, köpekli, hırsızlı geceler yalnız yatışları çileli yapardı. EKİ boru seslerine çakal sesi eşliği çocukluğumuzu titretirdi. 

     Amcam gece vardiyasındayken, biz, yengeme ve çocuklara eşlik ederdik. Geceleri onlarda yatardık. Gülbahar yengem, Hüseyin, Fatima geceyi birlikte kucaklardık. Biz olmanın tadını çıkarırdık. 

     Bugün, o ortamı yaşadık terk edilmişliğin yıkıntı kokusuyla. Yıkıntı da olsa, her nesne bir özlemi çağrıştırıyordu. Yaşanmışlık yaşama ekleniyor istenmese de. 

     Bugün, darmadağınık mutfağı görünce, o gün bulaşıkların arasına kıvrılan, bizi görünce çuvalın altından kayıp giden yılanı görür gibi oldum. Camdan, ergen titreyişlerimizi saklayan ıssız oda köşesine bakakaldım. Elektriksiz, radyosuz, televiyonsuz "şehirli" çalımlarımıza gülümsedim. 

     Amcam canlandı düşümde. Onunla konuştum sessizce. Geldim, gittim; gittim, geldim. 

     Hey gidi amca, Göl İlköğretmen Okulu sınavlarını kazandığımda ne çok sevinmiştin! Beni okula yolcu ederken iki gömlek getirmiştin. O gömleklerin kokusu hâlâ burnumda. O, yeşil, kırmızı renkler; o, beyaz dikey çizgiler içimde hep canlı. Ben o gömlekleri çok, çok sevmiştim. Ne çok gömleğim oldu, ama onları hiç unutamadım. 

     Hele, Almancı olduktan sonra (1972'de) gönderdiğin 100 lira beni çok duygulandırmıştı. Yaşamımda sahip olduğum ilk, en büyük para oydu. Bugün bile cebimde 100 liram olsa rahatlıyorum.
 
     Bugün gittikçe azalan akrabalık sıcaklığını senden kalan enkazın sıcaklığında arıyorum. Davul zurna sevgisiz gürültü gibi geliyor bana o günlerin uzaklığında. Ben, senin çevrende, yokluğu kucaklayan güzelliği arıyorum. 

     Erken gittin. Acın hep içimde. Mezar taşında adımı görünce bir hoş oluyorum köye gidince. Bir torun bırakmışsın adaşımız, Hayri Sarı. 

     Bugün, ağabeyimle, o tarihî evin çevresini temizlerken dalıp gittik geçmişe. Dünü bugüne, bugünü düne bağlayıverdik. 
Bir eski ev tarih oluverdi gözlerimizin önünde. Kendimizi bulduk duvarı saran sarmaşıkta.