Buyurganlığımızı unutuyoruz zamanla. 

     Bugün halk otobüsünde gittim yine ta ötelere, deneyimsiz buyurgan günlerimin sızısına. 

     Öğleden sonra, güneşe gülerek vardım durağa. Düzen içinde kart okutup bindim otobüse.

     Boş koltuk yoktu. Arada yürüdüm. Arka koltuktan fırlayan bir genç bana verdi yerini.
     "Rahatsız olmayın!" sözümün  karşılığı  tatlı bir gülümsemeydi.

     Çocuklar ve gençler, ayağa kalktılar isteklice yeni duraklarda. Hastane yakınında, bir çocuk, yaşlı bir kadına yer vermek için uğraştı. Kadının çocuğa seslenişi duygu yüklüydü. Kadın, sarı saçları okşayarak:
     "Hastanede ineceğim yavrum! Çok teşekkür ederim. Allah senden razı olsun!"

     Hepimiz sevindik.

     Akşam, dönüşte, sevinç kursağımda kaldı ne yazık ki! Halk otobüsünün arka koltuklarından birinden çevreyi izlemeye dalmıştım.

     İş ve okul çıkışı... Duraklar kalabalık...    
 
     Otobüsümüz tıkış tıkıştı. Ayaktaki yolcularda itişmeler başladı. Kıvırcık saçlı, koca kafalı, kırmızı kazaklı, kirli sakallı, orta yaşlı biri çıldırmış gibi bağırıyordu ön kapının boşluğunda:
     "Bu ne biçim saygısızlık! Siz çocukları şımartıyorsunuz hanfendi! Büyükler ayakta o saygısızca..."

     Annenin sözlerini anlayamadım. Kendisini göremediğim bir kadın:
     "Beyefendi, yeter artık! Milleti rahatsız, etmeye hakkınız yok! Lütfen susun artık! Çocukları rencide etmeyin toplum içinde! Oturmak istiyorsanız bir sonraki arabayı bekleseydiniz!" diyerek tepki verdi.

      Anneyi ve çocuğu yolcular azalınca görebildim. Anne başı öne eğik duruyordu. Çocuğun arkası dönüktü bana.

     Toplumun bozulduğundan, gelenek ve göreneklerin çiğnendiğinden, çocukların şımarık büyütüldüğünden dem vuruluyordu hâlâ. Anne dayanamadı, patladı, döküldü:
     "Lanet olsun be! Ne alıp veremediğiniz,  var sizin bu çocuklardan. Kalktım, gelin oturun benim yerime! Anlayışsızlar! Ben sizin kadar bilmiyor muyum kahrolasıca gelenekleri, görenekleri! Benim yavrum engelli, engelliii! Onu okula götürüyorum, okul çıkışı alıyorum. Görmüyor musunuz burası engellilere ayrılmış yer! Bile bile oturttum onu buraya! Benim derdim zaten bana yetiyor!" 

     Anne susunca çocuk başladı ağlamaya. 

      O adamın hangi durakta indiğini fark edemedim. Ben de çocuktan önce indim otobüsten içim acıyarak.  

     Ne de çok severmişiz ayağa kaldırmayı. Baba odaya girer kalk, öğretmen sınıfa girer kalk, askerde komutan gelir kalk, koğuşa nöbetçi girer kalk, otobüste... Kalk!.. Kalk!..

     Gücü yeten yetene... Yorgunsun, açsın, üzgünsün, hastasın, hamilesin, engellisin bakılmaz!

     Buyruklar, sus, kalk, otur üzerine kurulmuş saygı adına. Ben de uydum bu kurallara çoğu kez toplum içinde.

     Öğretmenliğimin ilk yıllarıydı. Eğitim yılı yeni başlamıştı. Parmak kaldırıp konuşanı, tahtaya kalkanı, adıyla çağırabiliyordum. Böylelikle güzel iletişim kuruluyordu.

     Zaten parmak kaldırıp ayağa kalkmadan konuşturulmazlardı öğrenciler sınıfta. (Sanırım yine öyle...) Sınıfa girince de öğrenciler ayağa kalkarlardı,  selamlaşırdık.

     Duvar tarafında, son sırada oturan gencin ayağa kalkmadığını fark ettim. Onu izlemeye aldım.

     Dersi iyi izliyordu. Ders sırasında gözleri hep bendeydi. Gürültü yapmıyordu. Not alıyordu, ama söz alıp konuşmuyordu, tahtaya  kalkmıyordu. Onu derse katmaya karar verdim. Amacım çocuğu sosyalleştirmekti güya.

     "Haydi, kalk bakalım, bir örnek de sen yaz tahtaya!"

     Çocuk, şaşırdı, kızardı, bozardı:
     "Öğretmenim, ben kalkamam!"

     "Kalkarsın! Kalkarsın!"

     Ben aslında sert bir insan, sert bir öğretmen değildim, ama çocuğun kalkmayışını saygısızlığa saydım. Onunla inatlaştım.

     "Kalk! Kendince bir cümle yazarsın!"

     Çocuk kalkmadı. Saygısızlık ve şımarıklık da yoktu duruşunda. Ah, deneyimsiz ben, o çocuğu bulmuştum inatlaşacak.

     Sessizce bizi izleyen sınıftan bir kız öğrenci, kalktı, yanıma geldi, bana, fısıldadı:
     "Öğretmenim, o arkadaşımız engelli. Onu her sabah, babası getirir, sıraya oturtur gider."

     Gencin yüzüne bakamadım uzun süre. Çok üzüldüm, çok... Yanına gittim, onu öptüm. Özür diledim. Öğrencilerimi tanımadığım için kendime çok kızdım. Sonra duruma göre davranıp kendimi bağışlatmaya çalıştım.

     Bağışlandığımı biliyorum. Çünkü yaşam onları çok güzel olgunlaştırmış. Yeter ki çevre bilinçli olsun, nerede, kime nasıl davranılacağını bilsin. Her şey doğal olsun, olana güzel bakılsın yeter de artar bile!

     Seven yapar kuşkusuz.

     Ta nereden nereye geldim. Yeni buyrukla dünyaya döndüm.

     "Haydi, kalk!"

     "Niye?"

     "Çekyatı temizleyeceğim!"

     Başımı kaldırdım. Temizlik araçlarıyla donanmış komutan başımda dikiliyordu.

     "Kalk!"

     Kalktım. Şu son cümleyi ayakta yazdım:
     "Çok üstümüze gelmeyin! Sonra oturtmak için yalvarırsınız ha!