Annemi erken yitirince sevgimi, ilgimi ona vermiştim. O, güçlü, çalışkan, önder bir kadındı. Babaannem, benim gözümde, bir kahramandı.

     Dört gelinli kaynana olmak, bir kadını, güçlü yönetici yapardı. Muhtar karısıydı zaten iki dönem. Muhtarın eskisi, yenisi olmazdı ya! İki oğul da Almancı olunca hava iyice artardı.

    Dede sesi çınlar kulaklarımda:
     "Hafız Şaban, torunlarım geldi, danayı kes, çonunu getir!" 

     Yolun üstünde, İsmail amcam, üç katlı, güzel bir ev yaptırdı, altında dükkân, kahvehane, lokanta olan. Dedem ile babaannem o eve yerleştiler. Yanlarında da kız torun bulunurdu yardımcı. İsmail amcamla Şaban amcam, Almanya'dan; Recep amcamla babam, Zonguldak'tan harçlıklarını da gönderirlerdi. 

     Dedem, ta bizim çocukluğumuzda köyümüzde kahvehane açmıştı. Orada çaycılık yaptık çocukluğumuzda. Öyle sürüp gitti cami arkasında çay söyleşileri, zaman zaman eğlencesine oyunlar. Yani çevreleri hep canlıydı.

     Babaannem, kahvenin önüne oturur, çayını içip gelen geçenle söyleşirdi. Bağına bahçesine de bakardı ha! Tembel değildi yani. 

    Kezban abla, Kabaca kadınlarının, erkeklerinin dert arkadaşıydı aynı zamanda. Köye gelen öğretmen, hemşire onlara can yoldaşı olurdu. Bu can yoldaşlığı sırasında bir torunu yakışıklı sağlık memuruna eş olmuştu. Yaşam deneyimini paylaşırdı. Irazca'ydı bir bakıma. 

     Kalabalık aile ortamıyla hava da atardı. Açılan kucak çok olunca kucakları paylaşmak da zor olurdu. 

     Benim babaannem bir kahramandı, demiştim. Kahramandı tabii. Zonguldak'a yeni taşındığımızda ta köyden, sırtında sepetiyle bize ürettiklerinden taşırdı.

     O zamanlar, Kabaca'dan Beycuma'ya araba yoktu. Beycuma'dan Zonguldak'a uzun burunlu otobüsler ya da kamyon kasaları taşırdı bizi. Yorucu yolculuktan sonra, otobüsten in, Ontemmuz İlkokuluna doğru, sırtında dolu sepetle tırman.

     Tam bizim çıkışımıza ayarlardı gelişini. 

     Köyden kente göç günleriydi. Kılık kıyafetler, konuşmalar yadırganırdı, sözüm onlara, şehirlilerce. Benim babaannem al donluydu. Sepetiyle uyumluydu o, bizi şapur şupur öperdi. Nedense biz sessiz sakindik. Sevincimizi belli edemezdik, havalara uçamazdık, ama mutlu olurduk o gelince. 

     Yarım saat yokuş tırmanırdı bizimle. Camiye ulaşınca kolaydı. Yokuş aşağı çabucak inerdik. Yoksul evimizde kucaklaşmalar, ana kokusu huzuru... 

    Çocukluktan beri, her yaz köyüme giderdim. Annemin mezarını ziyaretten sonra birkaç gün köyde kalırdım. Babam da yolun altında, eski evin yerine ev yaptırmıştı. Kalış rahattı. 

     Son gidişimde babaannem artık yaşlıydı ve hastaydı, ama yine de dışarlarda dolaşıyordu. Ayaklarına, ellerine sürmek için krem aldırmıştı Bakkal Namık'tan bana. 

     Bahçeden koparıp ezerek salatalık yediğini görünce üzülmüştüm. Çünkü, muzu çok sevdiğini bilirdim. Keşke!... Ya, keşke!... 

     Köyden ayrıldıktan birkaç gün sonra haber geldi. Babaannemin durumu iyi değilmiş. Koştuk yanına. 

    Akşama doğruydu. Babamın yola bakan odasında divanda kımıldamadan yatıyordu. Yakın çevre, acı son için toplanıyordu. Krem pencerenin önündeydi. Haritaya dönmüş ayaklar kreme yakındı. 

     O gece gözlerini hiç açmadı. Kıpırdamadı. Nöbetleşe çevresindeydi sevenleri. Ben, sabaha kadar, odadan çıkmadım, uyumadım, yanında durup onu yakından izledim. Babamla, Ahmet ağabey, başlarında takkeleri, sabaha kadar, sırayla dua okudular. 

     Hey gidi babaanne, yıllar önce, televizyonda, ilahi sonrası Mevlit dinlerken seni izlemiştim. 

     "İndiler gökten melekler saf saf
Kâbe gibi kıldılar evim tavaf" sözlerinde dökülmeye başlamıştı yaşlar. 

     "Bu sözleri anlıyor musun? Niçin ağlıyorsun?" diye sorduğumda:

     "Nerden anlayacağım ey oğul! Rahmetli annem aklıma geliyor da ondan..." demiştin. 

     Şimdi onlara, onlara gidiyorsun, diye iç konuşmalı dalıp gitmiştim. 

     Evet, gidiş gerçekti. Önemli olan yaşamı iyi ayarlamaktı. 

     O geceyi fırsat bildim. Babaanneme yaklaştım, yaklaştım, yaklaştım. Bizim için haritalanmış ayaklarını, ovdum, ısıtıp canlandırmaya çalıştım. Duymuyordu belki, olsundu, ben, ona giderken yetiştim. 

     Aman Allah'ım! Her zaman, bizi, o öperdi. Biz mahcup mahcup yüzümüzü uzatırdık. Şimdi o bana uzanamıyordu. Beni koklayamıyordu. 

     Saçları açıktaydı, seyrek kır saçları... Ben o saçların tamamını hiç görmemiştim. Bir torun, babaannesinin saçlarını nasıl okşamazdı şimdiye kadar! Yaklaştım, elledim, okşadım, öptüm saçlarını, hem de doya doya. Yaşarken elimi süremediklerimi okşadım, okşadım, okşadım. Annemin saçları yerine de onları kokladım. 

     Biz birbirimizi görmüyorduk ki yaşam kavgasından. Ben, işte o gece, öbür gün öğleye kadar babaanneme en yakın yaşadım. Onu, gerçekten severek, yolcu ettim. Sağlığında yapamadıklarımı yaptım: Sevdim, okşadım, öptüm. 

     Boşuna beklemeyin, size, acıklı sonu anlatmayacağım. İçimde yaşayanı bitirmeyeceğim bu yazıda. Ben onu yeni bulmuşum aslında. Neymiş öyle, uzaktan, kırıta kırıta duruşlar?! Yok işte bitimsiz yaşam ve didişme! Yaşamak rol yapmak değilmiş be! 

     Sokaklar, evler, çarşılar mumyalar müzesi olmaktan çıkmalı! 

     Sevgi bitmiyor birikmişse. 

     Yakınınızda anneniz, babaanneniz, anneanneniz, halanız, teyzeniz, ablanız varsa bu yazıyı okuduktan sonra onları öperseniz sevineceğim. Fırsat yaratın, onlar da sizi öpsünler! Bu kadar... 

     Gerçek sevgiye doyulan bir dünyada kadına el kalkamaz asla! 

     Eyvah! Virüs şimdi aklıma geldi. 

     Yine mi mesafe yahu! 

      (*Hayri Sarı-AZ ÇORBA AZ PİLAV ÜSTÜ AZ KURU-Tunç Yayıncılık-. s. 41)