Öğleden sonra. Halk otobüsüne bindim. Bizim durağa geldiğinde dolmamış olurdu otobüsler. Bu minik şey dolmuş.

     Erken dolmuş dolmuşun içinde zor yürüdüm. Sağda ikili, solda tekli koltuklar diziliydi. Tekli koltukların sonunda eski bir ikili koltuk vardı nedense. O koltuktaki dağ gibi teyzeye sürtünerek geçtim.

     Arka koltuktaki gençlerin aralarına sıkıştım. Solumdaki sessizdi, sağımdaki esnaf genç, beni de kattı gevezeliğine. Önce minibüsün eskiliğini çekiştirdik. Sonra memleket hâline geçiverdik.

     Politika mı? Yok! Hayat!..
     Hani Nuh Tufanı'ndan kalma, derlerdi ya! İşte öyleydik! Dağın dibindeki mahalleden büyük ve tarihî şehire iniyorduk güya!

     Yeni durakta binen adam ortayı yara yara bize doğru geldi. Şapkalı, derin gözlü, bastonlu adam için üçümüz birden ayağa fırladık arka koltukta. Kapı tarafındaki esnaf gencin yerine oturdu adam, hiç konuşmadı. Genç, kapı önünde, ayakta, o kalabalıkta laf yetiştiriyordu. Yeni yolcuyu denedi. Olmadı. O, sessizdi, derin bakıyordu yalnızca.

     Pazar durağında durduk. Önden birkaç yolcu sıkıştı sağlı sollu boşluklara. Şaaak diye açılan arka kapının önündeki kadını arabaya çıkarmak için uğraştı genç. Önce kocaman iki şişkin naylon torbayı yerleştirdi, sonra kadını.

     Yaşlı kadın koltuğa sığmayacak kadar dolgundu. Nasıl taşıdığı bilinmez  torbaların ağzından taşıyordu aldıkları. Yer vermek istedik. İki durak sonra ineceğini fısıldayan kadın, gerekli görmedi oturmayı. Zaten otursa da zor kalkardı. Bastona abanıp kapıya yaslanarak ayakta durabildi.

     Şapkalı, derin gözlü, bastonlu adam yerinde kıpırdandı. Derin gözler, kadını, yiyecek gibi süzüyordu. 

     İkinci durakta düğmeye basıldı. Solumdaki genç de yardım için fırladı. Kadın sağ salim yere boşaltıldı. Torbalar indirildi. Araba onarım için tırtıklanmış yolda gıcırdayarak hareket etti.

     Şapkalı, derin gözlü, bastonlu yaşlının maskesi ağız kısmından kıpırdadı. Derin, öfkeli bir ses döküldü önümüze:
     "Ben bu yaşlılara kızıyorum, acımıyorum. Arabayı beleş bulduk diye dolaşıp duruyorlar. Senin ahın gitmiş, vahın kalmış! Otursana evinde! Pazar senin işin mi be kadın!"

     Konuşan bari genç olsaydı! Bastonu çeksen yuvarlanırdı. Kendini genç hisseden ben bile alınmıştım doğrusu sözlerine.

     Ayaktaki esnaf genç dayanamadı:
     "Amca, sen, o teyzenin torbalarına baktın mı?"

     "Ne varmış torbalarında?"

     "Kalabalıkta konuşmayalım arkasından!"

     Şapkalı, derin gözlü, bastonlu dede anlamadı. Genç, kulağına fısıldadı:
     "Pazar atıklarını toplamaya gitmiş!"

     Derin gözler kıvılcımlandı. Maske kıpırdadı, ağızdan bağışlamasız sözler döküldü yine:
     "Otursun evinde! Çoluğu çocuğu, torunu torbası..."

     Sustuk.

     Esnaf genç konuşkandı. Market yanındaki atık sebze, meyve kasalarını karıştıranların son zamanlarda arttığını söyledi. 

     "Çürüklerin yanına biraz da sağlam koyun!" dedim.

     "Zaten öyle yapıyoruz. Hep birlikte çıkmalıyız düze!" dedi.

     İneceğim durağa yaklaştım. Genç,
düğmeye bastı. Arka kapı bıçak değmiş gergin karpuz gibi şaak diye açılıverdi. Boşluktan sıyrılıp caddeye ayak attım.

     Kırmızı ışıkta beklerken yaşlı, yalnız, yoksul kadını düşündüm. O, bir oyuncu muydu derin gözlü adama hak verdiren? Yoksa bu sanayi kentinin bir gerçeği miydi insanı acıtan? 

     Yeşil yandı. Karşıya geçtim. Kalabalığa karıştım. Kendimden de kaçtım.

     Dönüşte yeni, büyük ve boş bir otobüse bineceğim. Keyifli yolculuğumdan sana söz etmeyeceğim. Gerçi sen, özel otonda, ezginin kanatlarıyla uçarken beni okumazsın ki!