Çocukluğumda, babamın pille çalışan portatif pikabı, 25-30 tanede 45’lik plakları vardı. Babam zaman buldukça plaklarını dinlerdi. Türk Halk Müziği ve sanat müziği eserlerini çok severdi. Pikap almak o yıllarda kolay değildi. Plak bulmak ta zordu. Bizim gençliğimizde plak ve sonra kaset temini daha kolaylaştı tabi... Babamın arkalı önlü çevirip dinlediği o eski plaklar bende yer etmiştir. Pikap iğnesinin plağa değdiği andaki cortlaması ve arka planda iğnenin sürtünme sesiyle haşır-huşur çalan müziğin kulağımdaki çınlamalarını hiç unutamıyorum.  Ali Seven’in tamburu eşliğindeki klasik sanat müziği, Aşık Mahzuni Şerif’in bağlaması ve yanık türkülerinin sözleri halen o günkü gibi kafamın içinde duyuyorum.

Bir plak var ki, melodisi kafamdan hiç çıkmıyor.

Aşık Mahzuni Şerif’in;

“Alamanya sana giden dönmüyor.

Gelmiyor, gelmiyor, dönmüyor, bilmiyor, haber salmıyor”

Okuduğu bu türküsünü yıllar sonra bugün bile dinlesem içimi aynı duygular kaplıyor. Babamın oturduğu koltukta iç geçirmesini unutamıyorum… Çalışmak için ilk kafilesi 1961 yılında gurbete çıkan Almanya yolcusu işçilerimizin gurbet serüvenleri benim içimde hep bir buruk his uyandırmıştır. Türkiye’de ve özellikle Zonguldak’ta her aileden en az bir kişi bu sıla yolculuğuna çıkmıştır. Küçük amcamın da bu kafile içinde yer alması, babamın kardeş özlemine tanık olmam, bende de etkili olmuştur. Öyle ki, postayla gelen mektuplar, hasret kokan satırlar, her sene yaz aylarında bir aylık Türkiye ziyaretinde yaşanılan mutluluklar. Ve yine kısa süren beraberlikten sonra tekrar sılaya başlayan dönüş yolu, tekrar-tekrar yaşanan aynı burukluklar ve özlemler…

31 Ekim 1961’de Türkiye ile Almanya arasında “Türk İşgücü Anlaşması” imzalandı ve böylece ilk resmi Türk işgücü göçü başladı. Üstelik işçilerin yüzde 60’ı gibi önemli bölümü kalifiye elemandı.

İşçiler, Alman doktorlarca dişlerine kadar kontrol ediliyorlardı. Zonguldak’ta bu işlem kısa bir süre önce yıkılan Arı Pastanesi’nin olduğu binanın üst katlarında yapılıyordu. Sağlam olanlar, Almanya’ya gitmek üzere tahta bavullarını hazırlıyordu.

Yaklaşık 3 gün süren yolculuktan sonra Münih garında yeni bir hayata başlanıyor, gardaki camsız odalarda insanlar gidecekleri kentlere göre ayrılıyor ve ellerine tren biletleri ve kumanyaları veriliyordu.

Türk işçiler, aldıkları ücretin büyük bölümünü biriktirmek için her türlü fedakarlığı yapıyorlardı. Yemiyor, içmiyor, sadece para biriktirip bir müddet sonra ülkelerine dönüp tasarruflarını, ev alarak küçük bir dükkan açarak değerlendirmeyi düşünüyorlardı. Bu kısıtlamalar, sonunda kendi sağlıklarına mal olsa da...

Çoğu yoğun iş temposundan dolayı yıprandılar…

Onlar, Almanya’da ‘gurbetçi’, yurtlarında ‘Almancı’ olarak anıldılar. İki farklı kültürün arasında çabaladılar. Çocuklarının gelecekleri için hasret ve özlemlerini hep içlerine attılar.

“Ah gurbet, zalim gurbet, ağlatırsın adamı. Gözümde yaş kalmadı, bıraksana yakamı...”

23 Haziran 1961 tarihinde Zonguldak'tan Almanya'ya çalışmaya maden işçisi kafilesi gitti...

Almanya’nın madenlerinde Almancayı, İtalyancayı, Yunancayı duyardınız, ancak en aşağıda ve en zorlu ayaklarda tek bir dil vardır. Türkçe seslenmeniz yeter, çünkü onlar Zonguldak'tan gelen gurbetçi madencilerimizdir.
 

O yıllarda mektuplar gurbetçilerimiz ve Türkiye’deki yakınları için tek haberleşme aracıydı. Sıklıkla mektup yazılır, işyerlerindeki posta kutularına bırakılırdı. Posta kutuları ile ilk dönem gurbetçiler arasında bilinmeyen gizli bir bağ vardır. Önünden geçerken sadece gurbettekilerin anlayabileceği bir duyguyu yaşarlar.

Evli olup eşlerini memlekette bırakıp gurbette çalışan işçiler o günün tabularına göre eşlerine mektup yollayamazlardı. Anne babasına yazar, “herkes iyi mi” diye usulen sorarlardı. Onlar da “herkes iyi, sana da çok selamı var diye cevap yazardı”… Gurbetçiye gelen mektuplarda müjdeli bir haber var ise iş yerindeki herkese bir şeyler ısmarlama zorunluluğu muhabbetleri de yaşanırdı.

Gurbetçinin bavulu başının üstünde, gözünün önünde olurdu. Her an kapıp memlekete dönecekmiş hissi onlara güç verirdi. Başının üstünde olan diğer bir şey de radyosuydu. Duvarda, yüksek bir yere konulur, ayarlanmış memleket istasyonları bozulmasın diye elden uzak tutulurdu. Radyo gurbetçinin en yakın arkadaşıydı. O yılların teknolojisinde memleket haberlerini güncel takip edebilecekleri tek yöntem radyoydu.

Temmuz ve Ağustos ayları gurbetçiler için hasret giderme aylarıdır. Bir ay önceden hazırlıklarını tamamlar sabırsızlıkla yola çıkma zamanını beklerler. Arabalarını tepeleme yüklerler. Eşe, ana babaya, akraba, konu komşuya verilecek hediyelerle doldurulup, üst bagajdan dışarı taşardı. İki gün, iki gece sürecek sıladan dönüş yolu başlar. Heyecandan uyku uyunmaz, frene hiç basmak istenmez, onlar için sınır kapısında Türk bayrağını görününce yol bitmiş sayılırdı… Artık evindedir, dağa, taşa gelene geçene selam durarak en az molayla hedefe varılırdı.

Geriye dönüşte bunun tersi olurdu. Hasret uyanmaya başlar, ayaklar gaza gitmez, sınır kapısına kadar her yerde uzun molalar verilir, memleket havası depolanırdı, arabanın tozu toprağı bile son kez sınır kapısında bırakılır, vatan toprağı eksilmesin diye araç yıkanırdı…

1960 bandında gurbette çalışmaya giden işçilerimizin ibadetlerini yapabilecekleri cami her yerde yoktu, hiç yoktu da diyebiliriz. Vakit saatlerinin takibini de kendileri yapmak zorundaydılar. Aslında gurbetçiler için yeryüzü cami, gökyüzü de kubbeydi. Güneşli günlerde açık ve çimenlik alanlar tahsis edilse bile, yağmurlu, karlı dini bayram günlerinde ve özellikle bayram namazları kılınması için yabancı hükümetler tarafından kiliseler işçilerimize tahsis edildi. Bayram kıyafeti olarak hepsi takım elbiseli kravatlı olarak ibadetlerini gerçekleştirdiler.

Ramazan ayında bir gurbetçinin söylediği bir söz şöyledir;

“İftar için radyo başında ezanın okunmasını beklerdik… Sahuru iftarı gurbette yaşayıp Türkiye'ye göre oruç tutuyorduk, kabul oluyor muydu? Bilmem ki, Allah bilir…”

1960 ve 70’lerde Almanya’ya çalışmak için giden işçilerimizden bir bölümü yurda dönüş yapmayı başardı. Birçoğu da sağlığından oldu, bir bölümü de gurbette kaldı. Çocukları, torunları oldu. Gurbette kalanların ikinci nesil çocukları yaşama entegre olabildiler. İş sahibi, patron, varlık ve söz sahibi de olabildiler. O çocuklar gurbetteki varlıklarını ilk göçen kafilede ki anne ve babalarına borçlular.

İlk tertip sılaya çıkan o anne ve babalara şimdi ne oldu derseniz;

Çok azı hayatta kalabildi.

Çoğu göçtü bu dünyadan. “Hepsi hep yolcu bölümünde sıla yoluna çıktılar, ama çoğu kapalı bagaj bölümünde yurda dönebildiler…”

www.zonguldaknostalji.com