Kalem rehberliğinde düşünce aktarımları yaptığımız, okuyucuyla paylaştığımız ve samimi olduğumuzu düşündüğümüz satırlarımızda genellikle gündeme dair hayatın getirilerine değiniriz. Kendi gündemimizi oluşturan ikili ilişkilerin samimiyet içerisinde değerlendirmesini yaparken, dertleşiriz okuyucuyla. Toplum içinde yaşayan bireyler olduğumuz için her birimizin kendi penceresinden gördüğünü paylaşma isteği de olağandır durum itibarıyla. Bazılarımız bu paylaşımları daha geniş kitlelere yapabilme şansı fırsatı yakalarız zaman zaman.  Bireysel can yanışların toplumsal   kalabalıklığa  dönüşen çıkmazında, hemfikirizdir aslında da yine de pek severiz bizim gibi düşünmeyeni yok saymayı, pek severiz can yakmayı.
Aklın yolu birdir sözünün, akıl karmaşıklığı sebebiyle rotasının şaştığı bu günlerde, güzergâh belirleme konusunda kendinden başkasının rehberliğine güvenmemesi gerektiğini öğreniyor insan, öğretiyorlar.
Ve işin temeli, sözün özü, çocukluk anlarına zamanlarına kadar uzanan sıkıntılı geçiş dönemlerine dayanan gerçeklikle vuruşuyor olması çıkıyor kişiliklerin analizinde.
Bu günlerde sıkça söz ettiğimiz, etmek zorunda bırakıldığımız, çocuklarımızın yaşamak zorunda kaldığı çirkinlikler gündemi oluşturan en acı gerçek. İşte bu durumların ağırlığıyla boğuşurken bir çıkış yolu arıyor olmak, yine çocuklarımıza ait olan birçok değeri, anlamı ıskalıyor olduğumuzu gözden kaçırtıyor bizlere.
Çocukların üzerine çöken bu kara bulutların dağılmasını arzu ediyorum tez zamanda, zira yarınlara yaraları hep kanayacak olan kişiliklerle temel atıyor olacağız. İşin daha da vahim tarafı, çocukluk dönemlerinde kanamaya başlayan yaraların aslında biz yetişkinlerin içinde hala daha  oluk oluk kanadığı gerçeği.
Çünkü hepimizin istisnasız zaman zaman başvurduğu, ihtiyaç duyduğu, içimizde saklı duran çocuğu vardır. O içimizdeki çocuğumuza her sarılmak istediğimizde, kirlenmiş, kirletilmiş yaralı olan çocuğumuzla yeniden yüzleşmek zorunda kalmak ve o acıları yeniden yaşıyor olmak sözün bittiği yerdir, andır bana göre. O hiç durmayan kanamaların her defasında ağır kayıplarını, ömrü hayatımızda çok kereler yaşıyor olacağımız gerçeği kaçınılmaz en büyük gerçek.
 Eğer ki içimize yaralı bir çocuk saklarsak, saklamak zorunda kalırsak, bırakılırsak,  kendimizle olan kavgamız hiç bitmeyecek demektir.  Sahiden de hiç yara almamış, yaralanmamış çocuk var mıdır içimizde?  Yüzleşmeye cesareti olanlarımız ne kadardır geçmişiyle, ya da bu günüyle.
Biz çocukken sözünü söyleyenlerden olduk yaş itibarıyla. Biz çocukken de birçok kabul edilemez çifte standartlar çelişkiler yaşanırdı,  ana, geleceğe ve statüye ilişkin. Biz çocukken de söylenemeyen anlatılamayan çirkinlikler yaşanırdı, bu günün yaralı toplumunun sağlığına kavuşabilmesi için belki de geçmişinden bu gününe iyi bir araştırma ve tedavi sistemine ihtiyaç var.  Evlat sahibi olmak bir ayrıcalık mıdır bilmiyorum, ama ciddi bir sorumluluk gerektiriyor. Mademki bu sütunlara ben can veriyorum, mademki samimiyet üzerinden yol alıyoruz, madalyonun görünmeyen kısmında aslında durumun vahimiyeti.
Hepimiz çocuklarımızı iyi yetiştirmek derdindeyiz, derdindeyiz diyorum sahiden de dert sahibi olacak kadar zor işimiz. Ekonomik imkânların azlığı çokluğu, sosyal kavramların, sosyal hayatın nitelikleri fiziki görüntünün güzeli çirkini, bu bağlamda hiçbir değer taşımıyor. Sağlıklı, yarasız çocuklar yetiştirebilmek öyle sanıldığı kadar kolay değil. Bireyselliğin dışına taşıyor sorumluluk, çünkü toplumla iç içe bir yaşam mecburiyetimiz olduğundan dolayı çok daha büyük sorumluluğumuz. Kendimiz kadar “başkalarının” çocuklarından da sorumluyuz, zira bizim çocuklarımız “başkalarının” çocuklarıyla kaynaşıp kendilerine yoldaş seçip karışıyorlar hayatın içine. Genetik faktörlerin kuşaklar arası aktarımlarının yanı sıra, iyi bir öğreti ve tecrübe aktarımı da şekillenmek için son derece önemli.
 Çocuklarımızın iç dünyasını, içlerine gizlediklerini, anlatmaktan korktuklarını anlayabilmek çözebilmek imkânsız . Bunu bir yetişkin olarak bugün ben söyleyebiliyorum ama onlar korkuyor ve utanıyorlar. Çünkü onlar savunmasız, çünkü onlar masum, çünkü onlar çocuk. Sadece kendi çocuğumuzun her şeyin en iyisine layık olduğunu düşünürsek şayet, bu başlı başına en büyük yanılgıdır.
 Zaman içinde bizlerden çok “başkalarının” çocuklarının kendi çocuklarımıza en yakın olacağını gözden kaçırmazsak, diğer çocuklardan da ne denli sorumlu olduğumuzu daha net kavrayabiliriz diye düşünüyorum. Yaraladığımız her çocuğun yarasından hepimiz istisnasız sorumluyuz.  Algılarımızın yön bulmaktaki beceriksizliği belki de kişilik yatırımı eksikliğimizdendir, yarına ve geleceğe dair. Hep bel altı çalışan aklımızın, kimliğimize değer katan ve kesinlikte vakti zamanında verilmesi gereken değerler yoksunluğundan olduğunu düşünüyorum. Biz cinsiyet ayrımının üzerinde haddinden fazla ve hatta gereksizce yoğunlaştığımız için çocuklarımızın gelişimini es geçiyoruz. Biz birbirimizin düşüncelerini sorgulamaktan yarının değerlerini çürütüyoruz.
Bu hafta bayram haftası 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı haftası çok çok anlamlı bu özel bayramda, coşkunun üzerimizde, anılarda bıraktığı izlerden söz etmek isterdim daha çok. Lakin gündem buna da gölge düşürüyor ne yazık ki.
Ancak benim için son derece önemli olan bu bayram coşkusuna da değinmeden olmaz, küçük bir anı on yaşında bir çocukken yaşadığım ve hiç unutmadığım bir anekdot paylaşmak isterim.
Annem o yılın 22 Nisan akşamında apandis ameliyatı geçirmişti, üstelik son anda hastaneye yetiştirilerek. İnat etmişti kendiyle,  sancısının ne olduğunu pek önemsemiyordu belli ki çünkü ertesi gün 23 Nisan’dı Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı. Bu bir anne için ne denli önemliymiş o yıllarda, bunu anne olunca daha iyi anlıyor insan. Sancılar içinde benim bayram kostümümü hazırlıyordu annem.  Dikiş makinesinin başında bayram kostümüm beyaz pilili eteğimi dikiyordu o sırada, kıvrana kıvrana tamamlayabilmişti, bir tek kopçası dikilmemişti eteğimin yetmedi o an için zaman, çok canı yanıyordu ve ben gözlerinin içine bakıyordum kumaş şekillendikçe o benim gözlerimdeki ışıltıyı görüyordu  ve bir gayretle devam ediyordu dikmeye, bilmiyordu  çünkü ne sancısı çektiğini, ben de bilmiyordum ne kadar canının yandığını.
Ertesi gün o dikilemeyen kopçanın yerine çatal iğne takmış ve beyaz külotlu çorabım, boyanmış ayakkabılarım ile yanımda annem olmadan,  önce okula sonrada bayram yerine gitmiştim. Eteklerimi savurup, salına salına gururla yürüdüğümü hatırlıyorum geçit töreninde. Eteğimin beline taktığım çatal iğne biraz büyükçeydi, görünüyordu ama olsun o gün bayramdı ve ben annem hastanede olmasına rağmen bayram çocuğumdum. Bayram bitip anneme koşarak gittiğimde yolda düşüp çorabımın dizinin yırtıldığını ve kanayan dizimi  saklayarak sokuldum anneme, kaçar mı gözünden kendi acısını unutup dizime müdahale ettirmişti ama ben yine çok mutluydum kanayan dizimde olsa o an için.
Yürek yaraları hiç geçmeyen yaralardır, bu gün bayram, çocuklarımızın yüreklerini kanatmayalım, topluma yaralı çocuklar karıştırmayalım gülen gülümseyen çocuklar çoğaltalım.
Evet, hepimiz kendimizden sorumluyuz ilk önce ama unutmayalım sonrasında bu toplumun içinde var olan her şeyden ve herkesten sorumluyuz.